KÜLTÜR-SANAT TOPLUM 

BİR ÇAĞ YANGINI BU, BÜTÜN DÜNYA GÜNAHKÂR / CADILIK

En büyük düşmanımız dönüştüğümüz şey değil, korktuğumuz şeydir.” – Virginia Boecker, Cadı Avcısı 

Son günlerde ana temasına kadını alan, kadının yaşadığı; sosyolojik, ekonomik, psikolojik ve kültürel baskılara, haddi aşan, sınırı geçen aşağılamalara vurgu yapan yapımlar ve eserler fazlasıyla yaygınlaştı. Özellikle yayınlandığı günden beri tüm salonları doldurmayı başaran ‘Bergen’ filmi, kadının göz ardı ve kulak arkası edilen tüm yönleriyle tekrar konuşulmasını sağladı. Karakterler değişse de hikâyeler, yaşanmışlıklar, acılar asla değişmiyor. Çünkü toplumlarda, özellikle de özgüvenini ve kendine öz saygısını kazanamamış bazı erkeklerde kadına yönelik büyük bir korku var. Bu korkunun en derinine, en ilkel köklerine indiğimiz anda, karşımıza unutulmaya yüz tutmuş bir çağ ve bir kadın hikâyesi çıkıyor: Cadılar!

Cadılar, sadece kadına yönelik korkunun değil, kadına karşı şiddetin de neredeyse ilk temsilleri…

KORKUNUN VE SAPLANTILARIN HENÜZ ORTAYA ÇIKMADIĞI DÖNEMLER

Cadılık tepemizde salınıp durur, görünmez ama güçlü ve inatçıdır.” (Malcolm Goskill, Cadılık)

Cadılar evren var olduğundan beri içimizde yaşıyorlardı ama henüz kimse bu gizemli, farklı ve yetenekli kadınları fark edememişti. Cadılar, içlerinde taşıdıkları güçlerle, kimseye zarar vermeden aksine ihtiyacı olan herkese yardım ederek ve kimliklerini belli etmeyerek yaşıyorlardı. Kapıları herkese açıktı. Hastalığı olanlara şifa, yemeği olmayanlara aş, yolunu arayanlara rehber oluyorlardı. Günler geçti, aylar geçti, seneler geçti. İmparatorluklar kuruldu, büyüdü, yayıldı ve geriledi. Yöneticiler ve halk bu gerilemeye bir sebep aradı, kendi hatalarını ve yanlışlarını asla görmek istemiyorlardı. Bir kurban, bir günah keçisi aradılar ama bulamadılar…

Tarihler 1500’lü yılları gösteriyordu. Avrupa’da din savaşları başlamıştı. “Tanrınız için savaşın” diyen din adamları hem krallar hem de halk üzerinde büyük bir güç oluşturmaya başlamıştı. Her şey istedikleri gibi giderken Protestan Reformu baş göstermeye başladı, halk ikiye, hatta üçe bölündü. Krallar ve halk bir şeylerin yanlış gittiğini anladı. Gücünü ve mutlak hâkimiyetini kaybetmek istemeyen kilise artık yepyeni, halkı ve kralları uzun süre meşgul edecek bir kurban bulmuştu: Şeytanla aynı soydan gelen cadılar!

Gerçekten bilmiyorlar, değil mi? Aslında cadılar hiçbir zaman kötü şeyler yapmadılar ki. Sıra dışı şeyler yapmış olabilirler. İnsanlar anlamadıkları şeyleri hemen kötülerler.” (Eiko Kodano, Kiki’nin Cadı Kargosu)

ARTIK HER EVDEN, HER SOKAKTAN ‘CADIYI BULUN’ SESLERİ YÜKSELİYORDU

1510 yılına gelindiğinde kiliseler, ‘Tanrının Buyrukları’ adı altında halkın ve kralların üzerinde yeniden güç oluşturmaya çalışıyorlardı. Hıristiyanlık büyük bir tehlike altındaydı. İncil’e ve İsa’ya karşı bir grup oluşmuştu ve bu grubun önderliğini cadı dedikleri kadınlar yapıyorlardı. Bu kadınlar; gündüzleri genç, güzel ve insanı, özellikle de erkekleri tanrının yolundan çıkaracak kadar cezbedici ve geceleri ise şeytan görünümüne bürünen varlıklardı. Sahip oldukları tüm yetenekleri onlara şeytan vermişti. İncil’in sapkın olarak nitelendirdiği kişiler bu cadılardan başkası değildi.

Kiliselerinden ve lüks içinde yaşadıkları evlerinden kolay kolay çıkmayan, halkla arasına altından duvarlar ören piskoposlar ve rahipler artık ev ev gezmeye başlamışlardı. Dillerinde tek bir söz vardı: “Bize cadıyı bulun, tanrı size cennetinden yerler bahşetsin!

Cadı her şeyin ötesinde dünyaya bağlıdır ve hiçbir canlı formuna zarar vermeyi düşünmez. Cadının yeteneği öncelikle kendi kişisel gelişiminde kullanacağı bir niteliktir ve bu onun evrensel yaşam formları içerisindeki tekâmülünü belirleyecektir.” (Erhan Altunay, Kadim Cadılık Öğretisi)

KORKU GERÇEKLERDEN BÜYÜKTÜR

Pazardan pazara kiliseye ayin için giden halk artık her gün kiliseye çağrılıyordu. Krallar ülkelerindeki savaş, hastalık, açlık gibi meseleleri unutmuştu, cadılar için toplantılar yapıyorlardı, diğer ülkelerdeki krallarla görüşüyorlardı. Hepsinin bir cadı tanımı vardı. Peki, gerçekten kimdi, neydi bu cadılar?

İnsanlığın tarihsel geçmişine baktığımızda en bilinmeyen ve yorumlanamayan noktanın, toplumların ezoterik tarihleri olduğunu görürüz. Ezoterik; gizem ve bilinmeyen sözcükleri ile eş bir ifadedir. Ezoterik öğretiler, toplumlarda sadece belirli kişilere verilen, sembollerle aktarılabilen öğretilerdir. Bu öğretiler, kaynağını doğadan alır. Cadılar, ezoterik öğretilerin taşıyıcıları ve aktarıcılarıdır. Kimisi bitkilerin öğretisine kulak verir; kimisi suyun sesini dinler, bir damla sudan bir okyanus oluşturur; kimisi bir hayvanın gözünden tüm evrene ve insanların ruhuna bakardı. Öyle kulaktan kulağa aktarılan süpürgeli, çirkin, şeytanla iş birliği yapan kadınlar değillerdi. Savaş ve hastalık getirdikleri de yoktu ama bu anlayamadıkları gizemlerden korkan herkes gerçekleri yok saymaya ve değiştirmeye başladı. Cadıları dolunay gecelerinde şeytan için ayinler yapan, çocukları ve bebekleri ona kurban eden kadınlar olarak anlatmaya başladılar. Cadı demek lanetlenmiş kadın demekti. Bu kadınlar, Hıristiyanlık için kıyameti getirecekti, oysaki asıl kıyameti kendi elleriyle yaratıyorlardı ve hiçbiri farkında değildi…

DÜNYANIN HER YERİNDE CADI İNFAZLARI BAŞLAMAK ÜZEREYDİ

1510-1520 yılları arasında Avrupalıların cadılara yönelik korkuları akıllara durgunluk verecek bir sapkınlığa dönüştü. Fransa, Almanya, İtalya, İngiltere, İspanya ve Hollanda’da cadı avları yapılmaya başlandı. Evli olmayan, eşinden boşanmak isteyen, bitkilerle ve hayvanlarla iç içe olmayı seçen kadınlar özellikle takip edildi. İncil dışında kitaplar okuyan, din adamlarının fikirlerini sorgulamaya başlayan kadınlar hiç konuşturulmadan işkence odalarına götürüldü. Bu ülkeler boyunca süren sapkınlık silsilesinin başını engizisyon çekiyordu. Engizisyon, yılda en az iki bin kadını cadılık suçlamasıyla tutukluyor, bu kadınlarla bağlantısı olan diğer kadınları da vatan haini ilan ediyordu. İngiltere bununla da kalmadı. 1559 yılında Kraliçe I. Elizabeth, Cadılık Yasası’nı onayladı. Artık cadılık şüphesi olan kadınlar mahkemeye çıkarılmadan infaz edilebilecekti. Şimdi tüm krallıklar kendilerine şu soruyu sormaya başlamışlardı: Biz bu kadınları nasıl yok edeceğiz?

KAZIKLAR, ÇİVİLİ LAHİTLER, ÇARMIHLAR…

Akıllı, bilgili ve başarılı bir kadın yenilik değil; o zamanın Hıristiyan inanışına göre ancak şeytanla iş birliği yapmış bir cadı olabilirdi.” (Jack Holland, Mizojini – Dünyanın En Eski Ön Yargısı)

Cadıların infazları halkın huzurunda yapılıyordu. Hatta bazı krallar ve kraliçeler de bu infazlara katılıyorlardı. En yaygın cadı infazı; cadının kazığa bağlanıp yakılmasıydı. Bu yavaş ve işkence dolu bir ölümdü, aynı, kilisenin uygun gördüğü gibi. Çünkü cadıların içindeki zehir başka türlü akıtılıp atılamazdı.

İspanya, Katolik inancının başmerkezlerinden biriydi. Buradaki kadınlar, kendi hemcinslerine –cadı olarak nitelendirdikleri kadınlara– karşı çok acımasızlardı. Ülkenin çiftçileri ve onların eşleri ekinlerdeki bereketsizliğin cadılardan kaynaklandığını, cadıların intikam için ekinlere büyü yaptıklarını söylediler ve bunu herkesin beynine empoze ettiler. İspanya mahkemesi daha da acımasızlaştı. Kazıklar yerini çivili lahitlere bıraktı. Cadılar diri diri çivili lahitlere koyuldu. Çiviler cadıların etlerine değdi, çığlıkları gökleri deldi. İskoçya, tanrının buyruklarını ve mahkemenin kararlarını emir saydı. Cadıları işkence ede ede öldürdüler. Tırnaklarını söktüler, bedenlerini çarmıha gerdiler.

Din adamları huzurluydu, sonuçta bunlar tanrının buyruklarıydı. Düzeni sağladıklarını düşündükleri sırada birçok ülkede kara veba salgını başladı. Aslında bu onlara tanrının bir işaretiydi, anlamadılar, kara vebanın da cadılardan geldiğini düşündüler. Büyük bir paniğin içine çekildiler. Panik, kaosu getirdi; kaos da yeni infazları. Veba, İtalya’da çok fazla can alıyordu. Bu defa Papalık da tehlikedeydi. Kuşkular suçlamalara, suçlamalar da davaya dönüştü. O yıl, İtalya’da tam sekiz bin kadın cadılık suçlamasıyla vahşice infaz edildi…

Hırpalandılar, sürüldüler ya da fiziksel saldırıya uğradılar, yakıldılar. Bu öyle bir tacizdi ki tek bir mahallede otuz ya da kırk tanesi bulunup alınıyordu.” (Reims Başpiskoposu)

ZAMAN DEĞİŞSE BİLE ŞİDDET HÂLÂ AYNI ŞİDDET

Takvimler yaprak yaprak kopup zamanı ve isimleri değiştirse de bir farkındalığın ya da anlamın peşinden koşan, kimseye bağlı kalmadan yaşamaya çalışan kadınların yaşadığı şiddet hâlâ aynı şiddet. Ve yapılanlar yine dine, buyruklara, yanlışlara bağlanmakta, bunlarla kılıflandırılmakta…

Cadılar şimdi birçok kişi tarafından sanki bunları hiç yaşamamış gibi unutulmaya çalışılan bir utançmış gibi gösterilmeye çalışılıyor. Ben kadim bilgeliğin ve hakikatin yolundan giden her kadın eğitimcide, toprağı emek emek işleyen kadın çiftçilerde, hayvanların ruhuna dokunabilmeyi başaran her kadında o kazıklara bağlanıp yakılan cadıların ruhundan parçalar görüyorum ve yolumuzun onlarla aynı olduğuna inanıyorum.

İÇİNİZDEKİ GÜCÜN VE GİZEMLERİN HEP FARKINDA OLUN

Birçoğumuz dünyaya bir amaç için geliyoruz. Ben, sözcüklerin büyüsüyle insanların hayatına dokunmayı başarmış cadılardan biri olduğuma inandım hep. Siz de içinizdeki gücün ve gizemlerin hep farkında olun! Sesinizi kısmaya, yeteneğinizi yok saymaya çalışanlara inat doğru bildiğiniz yolda emin adımlarla ilerleyin.

Ruhumda taşıdığım ezoterik öğretileri keşfetmemi sağlayan, özel ve bir o kadar da farklı bir ruha sahip olduklarına inandığım canım ablam Dilek, canım astroloğum Funda Zodyak ve bilgelik pınarının bir kaynağını oluşturduğuna inandığım canım öğretmenim Neşe Apaydın; bu yazım sizler için! Önce size, sonra da yazımı okuyan tüm hemcinslerime ışıklarla, mucizelerle ve ezoterik öğretilerle dolu yollar dilerim…

Zorbalar, başa çıkamadıkları, korktukları her şeyi tarih boyunca daima yakmışlardır. Zorbalar insanları, binaları, kitapları hep yaktılar. Zorbalar, korktukları herkesi ya cadı ya da şeytan diyerek cayır cayır hep yaktılar. Düşünceler ve düşler yanmaz maddeden yapılıyor oysa!” (Buket Uzuner, Kumral Ada Mavi Tuna)

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar