EDEBİYAT 

SÜRGÜN

Evine son bir defa daha baktı. Askılıktan şapkasını alırken eviyle sessizce vedalaşıyordu, boğazına bir düğüm takıldı, zordu insanın eviyle vedalaşması… Fakat yapılacak bir şey yoktu. Devlet böyle emretmişti, gidecekti. Yaşadıklarını, anılarını düşünürken boğazındaki düğümün gözünde bir yaşa dönüşeceğini hissetti. Sulu gözlü olmayı sevmezdi. Hem, dışarıda bekleyen ailesini daha fazla bekletemezdi. Demiryollarının amblemi, sarı yaldızlı şekilde kırmızı şapkasının üzerinde parlıyordu. Şapkasını babadan yadigâr ahşap bavulunun üstüne bırakıp evin kapısını çekti; fakat kilitlemedi. Oysa alışkanlığıdır; en az iki kere kilitlerdi evin kapısını. Ama bu sefer kilitlemeye gerek yoktu. Hırsızların bu evden çalacağı bir şey kalmamıştı. Eşyalarını iki gün önceden göndermişti. Şimdiyse kendisi ve ailesi gidecekti. Lojmanın dışında diğer demiryolcu arkadaşlarıyla beraber kendisini bekliyorlardı. Bu lojmanda oturalı yirmi üç sene olmuştu. Çocukları bu lojmanda doğmuş, burada büyümüşlerdi. Tahta bavulu gibi demiryolculuğu da babasından yadigârdı. Dört sene önce kaybettiği babasını hatırladı. “Çok bozuldu demiryolları” demişti en son konuştuklarında, sonra bir süre konuşamadılar. Nöbetti, vardiyaydı derken hastaneye uzun süre uğrayamadı, ölmeden önceki gece nöbetten çıkıp hastaneye gitmişti. Babası da sanki onun nöbetinin bitmesini bekliyormuşçasına o gelmeden ölmemişti. Demiryolları Meslek Lisesi’ne babası yazdırmıştı. Ne çok kızardı o zamanlar babasına, annesi ne kadar ağlamıştı oğlu yatılı liseye gitmesin diye. Kendisi de istemiyordu. Babası oğlunu başından atıyormuş gibi geliyordu. Zordu yatılı okumak, ilk günler zor gelen yatılı okul, hayatı boyunca mesai paylaşacağı arkadaşlarıyla tanıştığı ve lise yıllarında bol anı biriktirdiği bir yer olmuştu. Bu veda, tüm anılarını zihninde canlandırmıştı. Kurtulmalıydı bu anılardan, yoksa boğazına takılan düğümün gözyaşı olmasını engelleyemezdi.

Bavulu ile şapkasını alıp merdivenlerden inmeye başladı. Arkadaşlarıyla vedalaşırken bu kadar uzun tutmayacaktı vedayı, asıl vedalaşmak istediği yer istasyondu. Lojmanların önünde birbirine sarılıp ağlayanlardan sıyrılıp, Eyüp’ün uzattığı sigarayı yaktı. “Gidiyorsun yani, şefim” dedi Eyüp, gidiyordu. “Olur öyle” deyip derin bir nefes çekti sigaradan, karısına baktı. Komşu kadınlara tekrar tekrar sarılıyor, her sarılmada yeniden ağlıyordu. Karısına da zor gelmişti buradan ayrılmak, daha öncekiler gibi değildi bu seferki ayrılık. Şeflik sınavını ilk kazandığında da taşınmışlardı; fakat o zaman daha gençtiler. Buraya ilk taşındıkları zaman “Burası son yer olur, inşallah” demişti karısı. Yedinci şehirleriydi burası; ama burada kaldıkları kadar uzun kalmamışlardı hiçbir şehirde. Komşularla vedalaşma faslı bitince, Eyüp, şefinin elinden bavulu almış, istasyona doğru yürümeye başlamışlardı. Trenin hareket saatine daha vardı aslında; fakat bu şehirdeki son anlarını işyerinde geçirmek istemişti. En çok istasyonu ile vedalaşmak istiyordu. İstasyona gelince, hareket memuru Tayfun koşarak yanlarına geldi. Vardiyası denk gelmediği için şefiyle vedalaşamamıştı. Sıkıca sarıldı Tayfun. Babası gibi severdi şefini, onu sendikaya üye yapan da şefiydi. Şimdi sendikanın yönetimine girmiş, şefinden devraldığı bayrak için mücadele veriyordu. O da oğlu gibi severdi Tayfun’u, hareket memurluğu dönemindeki şapkasını da Tayfun’a bırakacaktı. O yüzden valize koymamış, yanında getirmişti. “Geri döneceksiniz, şefim” dedi Tayfun, inanıyordu bu sürgünü iptal edeceğine, sendika da uğraşmıyor değildi hani, şef de biliyordu geri döneceğini; fakat ne zaman döneceğini bilmiyordu. “Gittikten sonra belki dönmek istemeyiz, Tayfun” dedi gülümseyerek. Zor olanı gitmekti. Sonra alışırdı insan. Nelere alışmamıştı ki… Buna da alışırdı insan.

Bir tane kasaba pabuç bırakacak değiliz ya” diye söze başladı Tayfun, Şef, ilk dediklerini duysa da sonraki cümleleri dinlemedi. Dinlemeye mecali de kalmamıştı. Bunca yıl hizmet verdiği demiryolları, onun emeğini hiçe saymış, onu bu yaşta hiç bilmediği, tanımadığı bir şehre sürgüne yollamıştı. Yapılır mıydı bu? Babası ile konuşmalarında babasına hak verse de, kurumun eski tadının kalmadığını bilse de, işlerin bu kadar değişeceğini düşünmüyordu. Gerçi demiryollarının satılacağını da düşünmezdi. Belediyeden kovulan birinin demiryollarına memur olup kırk günde daire başkanı olacağını söyleseler, söyleyenleri bir güzel döverdi. Bu onun ekmek kapısına hakaretti. Olur mu hiç böyle şey diye kavgaya tutuşurdu bu lafı edenlerle; ama olmuştu. Hem de kendisinin bağlı olduğu dairenin başkanı olmuştu, mezbaha sorumlusu trafik daire başkanı olmuştu. Demiryollarına ilk küstüğü andı. Bunca yılda ne badireler, ne haksızlıklar görmüştü, küsmemişti. Fakat bu olay, tüm inancını yitirmesine sebep olmuştu. Trenin düdüğü ile düşüncelerinden sıyrıldı. İlk defa trenin düdüğünün acı çalabileceğini de o gün öğrenmiş oldu. İstasyona son defa baktı, Tayfun’a şapkasını verdi. Eyüp ile vedalaşıp bir sigara daha istedi. Yolcular trene binerken, Tayfun elindeki diski uzattı şefine, “Senin sürgün olacağın trene ben yol veremem, şefim” dedi gözü yaşlı bir şekilde, şef sulu gözlü insanları sevmezdi, diski alıp yeşil tarafını gösterdi makiniste, makinist kafasını diğer tarafa çevirdi. Trenin merdivenlerine adım attığında kalbinde bir şeylerin değiştiğini fark etti, yine de etraftakileri paniğe vermemek için bir şey yokmuş gibi davrandı. Merdivenlerden çıkıp yerine doğru giderken tren hareket etmeye başladı. Makinist odasına doğru yol alırken kondüktörün üzerine yuvarlandı. Karısı, çocukları şefe doğru telaşla koşarken, şef istasyonda asılı tabelaya bakıyordu. Bir süre sonra gözleri kapandı. Sürgün emri yerine getirilmişti.

Not: Bu öykü, son günlerde sürgüne gönderilen 13 BTS’li yoldaşımız için kaleme alınmıştır.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar