EDEBİYAT 

DON KİŞOT

Rosinante’nin motorunu çalıştırdı. Saçlarını arkasında toplayıp kaskını taktı. Rosinante’nin kişneyişleri “Artık gidelim” diyordu, kırmadı atını, bastı gaza. Rüzgârı hissetmeye başlayınca özgürlüğün rüzgâr koktuğunu düşünürdü. Tüm şehri ardında bırakmak istercesine sürüyordu atını. Sigara isteği şehri ardında bırakma isteğinin önüne geçmişti, Rosinante’nin yularını çekip durdu. Rosinante’yi bağlayıp kaskını çıkardı. Saçları dağılırken yıldız kaydı, dilek tutamayacağı yıldızlardan biri daha kaymıştı, işte. Bankın köşesine otururken zırhından bir sigara çıkarıp yaktı. Bu zırhı yeni almıştı ve birilerinin ona motorcu ceketi demesi onun için önemli değildi, zırh zırhtı. Birilerine bakarsa, o birileri çok şeyler söylüyordu ve o birilerinin en başı, başsusmayan Taranta Babu hiç susmuyordu.

Sigarasının nefesi geceye karışıyorken, iki canavarın kendisine doğru yürüdüğünü fark edince, duruşunu değil ama bakışını değiştirmişti. Böyle zamanlarda tetikte olmasını bilecek ve kaslarını kavgaya hazırlayacak kadar uzun süredir şövalyeydi. Çok görmüştü böyle canavarları ve onlarla bitmek bilmeyen kavgalarla geçmişti ömrü. Bu kavgalar, yaşadığı coğrafyanın yazılı olmayan anayasasıydı. Gözlerini kaçırmadan canavarların hareketlerini gözlemliyor, yapabilecekleri ani bir saldırıya nasıl karşılık verebileceğini düşünüyordu. Bakışları canavarları korkutmuş, canavarlar yollarını değiştirip başka yöne doğru yol almışlardı. Kaslarını tam rahatlatmış, kendini sessizliğin huzuruna bırakacakken gelişini hiç fark etmediği birinin sesini duydu. “Burada oturabilir miyim?” sorusuna karşı arkasına o kadar hızlı dönmüştü ki karşısındaki genç kadın korkudan iki adım geri atmıştı. Canavarların karşı cinsi olan kadını korkuttuğuna üzülerek ve içindeki şövalyenin asaletini koruyarak, “Elbette, oturabilirsiniz” dedi. Genç kadın biraz da çekinerek bankın köşesine ilişti. Genç kadının banka rahatça oturmayıp sadece ilişmesi gözünden kaçmadığından, cebinden bir sigara çıkarıp genç kadına uzattı. “Kullanıyor musunuz?” Genç kadının rahatlamasını istiyordu. Genç kadın gülümseyerek sigarayı aldı, uzatılan çakmaktan sigarasını yaktı. Geceye ikinci dumanı bu genç kadın bırakmıştı. Sigara yakma töreninden sonra iki kadın da ses çıkarmadan denizi seyretmeye başladılar. Yeni tanışan insanların sessiz gerginliği yerine, kendilerini hayal güçlerinin akışına bırakmışlardı. “Korktuğum için” diye söze girmesine rağmen cümlenin sonunu getiremiyordu genç kadın. Korkmaktan utanmak mı gerekiyordu? Korkmak başlı başına bir işken, yanına bir duygu daha eklemek zorunluydu. Ya utanacaktın korkundan ya da gizleyecektin korkunu, başka yolu öğretilmemişti. Bu yüzden cümlenin sonunu getirememişti kadın. Şövalyeliğe yakışır biçimde gülümsüyordu. “Hepimizin korkuları var” Bu cümle ile yine rahatlamıştı genç kadını, kendisini sürekli rahatlatan kadına gülümseyerek bakmaya başladı. Artık cümlesinin sonunu getirebilirdi.

– Aslında o iki adamdan korktuğum için yanınıza oturmak istemiştim, amacım sizi rahatsız etmek değildi.

– Anlayamadım?

– Az önce yollarını değiştiren adamlardan bahsediyorum, onlardan korktuğum için.

– Sorun değil, rahatsız etmediniz.

– Sayenizde rahatladım. Gerçi kadın olduğunuzu görünce biraz korkmuştum. Bu adamlar ya ikimize birden saldırırsa diye düşündüm; ama yine de tek olmaktan iyidir diye kendimi teselli ettim.

– Dedim ya, sorun değil. Gecenin güzelliği dururken bırakın şu canavarları.

Son cümle gecenin sessizliği ele geçirmesini sağlamıştı. Denizin sesi dışında hiçbir ses kalmamıştı. Genç kadın konuşmak istese de kendisini rahatlatan bu kadına karşı daha fazla rahatsızlık vermek istemeyip gitmeyi düşündü; fakat sonra vazgeçip oturmaya devam etti. Hem zaten nereye gidecekti? Ya o adamlar, yani canavarlar bir daha karşısına çıkarsa ve bu kadın, motoruna atlayıp gitmiş olursa o zaman ne yapacaktı? Şövalye bunları umursamıyordu. Şehri ardında bırakma isteği yeniden gelmişti. O çok sevdiği koylardan birine gidip sabah güneşin doğuşunu orada seyretmek istiyordu. Kaç dövüşten bu yana yıkanmamış olması da koylara gitmek için başka bir sebepti. Her gün biriyle dövüşüyordu. Kimseyle dövüşmese mesai denilen günlük canavarı es geçemiyordu. Mesailer sonlandığında Rosinante’sine atlar, koylara veya dağlara giderdi. Yalnızlık ruhuna iyi geliyordu. İnsanların mı canavarlaştığını, yoksa canavarların mı giderek insanlaştığını henüz çözememişti. Fakat biliyordu ki bu coğrafyanın erkek aklı, kadınlara karşı sürekli bir canavarlaşma içerisindeydi. Mesai arkadaşı bile giyindiği kıyafetlerden onun bir şövalye değil, fahişe olduğunu düşünüyordu, gerçi “bile” kelimesi burası için anlamsız kalıyordu, sonuçta düşünen başka bir canavardı. Onunla da hesaplaşma günü gelecekti. Fahişeliğin kıyafetlerden anlaşılması da bu canavarların düşüncelerinin beyinlerinden değil, apış aralarından çıktığının göstergesiydi. Rosinante’ye baktı, o da huysuzlanmaya başlamıştı. Gitme zamanı gelmiş olmalıydı. Ya bu genç kadın ne olacaktı? Onu hiç düşünmemişti, sessizliği şövalyenin sorusu bozdu.

– Nerede oturuyorsunuz?

– Bir yerim yok.

– Nasıl?

– Evden kovuldum az önce.

– Gidecek bir yeriniz yok mu?

– Arkadaşlarımı aradım, açmadılar. Gecenin bu saatinde gidecek bir yerim yok, ben de bu düşünceler içinde yürüyordum zaten. Bir otel bulurdum; ama param da yok, babam evden kovana kadar ailemle kalıyordum. Sabah yanına gidebileceğim arkadaşlarım var.

– Ben de arkadaşınız sayılırım, ben sabahı bir koyda geçirmeyi düşünüyorum, isterseniz…

– Size yük olmak istemem.

– Bana değil, Rosinante’ye yük olacaksınız.

– Rosinante?

– Yani sorun değil.

Ne tuhaf diye düşündü şövalye, kendisi de böyle bir gece yarısı arkadaşlarına sığınmıştı. O günden bu yana yalnız yaşardı. Bu genç kadının şanssızlığı, arkadaşlarının uyuyor olmasıydı. Genç kadına tekrar baktı, kendisine benzetmişti. Bu bankın ne kadar çok hikâyesi var diye düşünerek banktan kalktı. Rosinante’nin bohçasında hep bir yedek kasket olurdu. Kaskı çıkarıp genç kadına uzattı.

– Teşekkürler.

– Hiç bindiniz mi?

– Hayır, ama binmeyi çok isterdim, hatta sürmeyi.

– Demek heveslisiniz.

– Evet, babam karşı çıksa da hevesim hiç eksilmedi. Motora binmeden yaşadım dememeli insan.

– Haklısınız.

– Pardon, sizinkinin ismi Rosinante’ydi, sanırım.

– Evet.

– Gerçi bu motora da bu yakışırdı. Özgürlüğün tadını çıkarabilmek için böyle bir motoru olmalı insanın, ayrıca sizin gibi korkusuz olmalı.

– Ben de çok korkusuz sayılmam, sadece kavga etmekten korkmuyorum.

– Bu dediğiniz korkusuzluk değil mi?

– Haklısınız. Fakat o canavarlara karşı korkunca iştahları ve bir yerleri kabarıyor.

– Şimdi de siz haklısınız.

– En azından teslim olmamalıyız ya da ben böyle düşünüyorum. Sonuna kadar kavga etmeliyiz. Gücümüz nerede tükenecekse, karşı durmak zorundayız. Yoksa nefes alma hakkı bile vermiyorlar.

– Evet.

– Dediniz ya, sizin de kadın olduğunu görünce korkum geçmedi, ya ikimize saldırırlarsa diye düşünmüştünüz. Olsun, gerekirse ikimize saldırsınlar… Sen veya ben önemli değil, bize saldırıyorlar ve bu kavgada tek başına kalmak hiç iyi değil, inanın bana, hiç iyi değil.

Genç kadın etkilenmiş şekilde şövalyeye bakıyordu. Gecenin karanlığı, yerini bir dostluğun başlangıcına bırakıyordu. Rosinante’nin kişnemesiyle motorun arkasına atladı genç kadın. Hep binmeyi istediği motordaydı. Rüzgâr bedenlerine karışıyordu. Motora binmeyen insanları düşündü, rüzgârın ne olduğunu bilemezlerdi veya hızın. Rosinante adını hak edercesine gidiyor, yollar düşüncelerin içinde devam ediyordu. Yalnız kalmamalıydı kadınlar, nasıl yalnız kalmayacaklarını, onları nasıl yalnız bırakmayacağını bilmiyordu; ama yalnız kalmamaları gerektiğini daha iyi anlamıştı genç kadın. Karanlık sokaklar kadınların ölü bedenlerinin olay yeri olmamalıydı. Koylara yaklaşırken büyük yel değirmenlerini gördü. Bu erkek dünyada, erkeklerle savaşmak bir “Don Kişot” macerasıydı. Rosinante isminin nereden geldiğini şimdi anlamıştı, daha fazla hayranlıkla baktı kadına. Rosinante durduğunda, karşısındaki manzara onu adeta büyülemişti. Asaletini savaştığı kavgadan kazanan bu şövalyeye karşı eğilerek saygı göstermek istedi.

– Ne yapıyorsun?

– Efendimiz, tanıyamadım. Sizinle bir kavgada yer almış olmaktan gurur duyarım.

– Saçmalama, ne diyorsun? Denize girmeye geldik, ne kavgası?

– Sokakta, işte, yaşamda yalnız bırakılan kadınların, yalnız bırakılmaması uğruna verilen kavgadan bahsediyorum.

– Ben de bu denizi kaçırmamalıyız diyorum.

– Bence de kaslarımızı kavgaya hazırlamak için rahatlamamız gerekiyor, efendimiz.

– Efendimiz demeyi keser misin?

– Siz nasıl isterseniz…

– Adın neydi?

– Sanço.

Şövalye gülümsemişti. Sanço onun güldüğünü görünce rahatlamıştı. İki kadın kimseye aldırış etmeden soyunarak denize doğru koşmaya başladılar. Şimdi yapılacak en güzel şey çıplak bedenlerine nüfuz edecek soğuk suyla buluşmak olmalıydı. Güneş, şimdi yeni umutlarla doğuyordu.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar