KÖPEK SOSYOLOJİSİ
-İSTANBUL-
Tanzimat modernleşmesinin, benim “asrîleşme ikonları” olarak kavramsallaştırdığım semptomları var: Üst sınıf erkekler için Fransızca konuşmak ve kadınlar için de piyano çalmak. Tanzimat, hatta Edebiyat-ı Cedide romanlarına bakıldığında görülen erkekler için Fransızcanın, kadınlar için de piyano çalmanın modernleşme kriteri olduğu görülür. ‘Edebiyat ve Sanat Üzerine Yazılar’daki [YKY, 3. Basım, 2013] ‘Medeniyet: Parça mı, Bütün mü?’ başlıklı makalemde de belirttiğim gibi, bu bağlamda modernleşme ya da Batılılaşma ‘metonimik’ bir Batılılaşmadır: Metonimi, parçanın bütünün yerini alması, onun yerine geçmesi, onun yerini tutması demek! Fransızca konuşmak ya da piyano çalmak Batılı olmanın bir parçası ya da görünümü olabilir; ama modernleşme gerçekliğini bütünüyle temsil etmez. Parçanın, bütünün yerine konulması, bütünü ikame etmesi, modernleşme olarak değil ancak modalaşma olarak nitelendirilebilir: Osmanlı Türk modernleşmesi, bu anlamda Avrupa modernleşmesini bir ‘moda’ olarak temellük etmekten ibarettir. Durum şöyle özetlenebilir: Biz modernleşmedik, modaya uyduk!
Fransızca ve piyano gibi modaya ilişkin asrileşme ikonlarına, bir üçüncüsünü de ekleyebiliriz: Süs köpeği!
Köpeğin Türk-İslam geleneğindeki yeri, hane dışı kamusal alandır. Köpeğin belirli, yani önceden tayin edilmiş görevleri söz konusudur. Bu ya koruma köpeği (çobanların sürülerini kurtlardan koruması için ya da hane dışında evi ve evdekileri hırsızlardan korumak için) veya av köpeği olma görevidir. Ve elbette sokak köpekleri… Dikkat edilirse bunların geleneksel olarak hane içi özel alana alınmaları gibi bir durum söz konusu değildir.
Dolayısıyla bir defa daha belirteyim: Köpeğin, tıpkı piyano çalmak ve Fransızca konuşmak gibi modernliğin değil, bir asrileşme ikonu olarak modanın gereği olması, onun süs köpeği olarak hane içine alınmasını mümkün kılmıştır. Nitekim önce süs köpeğinin, daha sonra da sahipli koruma ya da av köpeğinin hane dışı kulübesinden veya sokak köpeğinin kamusal alandan hane içi özel alana alınması, Tanzimat modalaşması (modernleşmesi değil) ile gerçekleşir. Böylece poodle’lar, caniche’ler, hush papie’ler gibi hane içine alınan süs köpeklerinin yanı sıra bulldog, boxer, kangal, hatta pitbull, dogo argentino gibi yırtıcı ve süs köpeği olamayacak cesamettekilerin de hane içine alınması, sahibine bir alafrangalık statüsü kazandırır. Statü, dışardaki barınaklarından hane içine alınanlar da dâhil, süs köpeklerinin kamusal alanda dolaştırılmaları ile sağlanır – köpek gezdirme modası, bir modernlik işareti olarak okunmaya başlar.
Hüseyin Rahmi’nin, Geç Tanzimat Dönemi sayılabilecek 1888 yılında yayımlanan ‘Şık’ yahut ‘Ayna’ romanının, alafrangalığa özenen safderun karakteri Şatırzade Şöhret Bey, Madam Potiş adında bir kibar fahişeyle birliktedir. Madam Potiş’in önerisiyle, ‘modaya uymak için’ bir köpek edinirler. Potiş, Şöhret Bey’e, ısrarla Avrupalıların yanlarında daima bir köpekle gezintiye çıktıklarını, alafranga görünmek için mutlaka bir köpek edinmeleri gerektiğini telkin etmektedir çünkü… Romanda bu köpeğin gerek sokakta sokak köpekleriyle dalaşmasını gerekse Madam Potiş’le yemeğe gittikleri bir lokantayı altüst etmesini betimleyen bölümler, aslında bir ‘moda’ olarak temellük edilmiş sözde modernliğin eleştirisi olarak okunmalıdır.
İlginç olan bir başka nokta da, geleneksel kültürümüzde pejoratif ve olumsuzlayıcı yan anlamları olan köpeği, alafrangalık modasının nasıl olumlu bir yaklaşıma dönüştürdüğüdür.