EDEBİYAT 

SEYRÜSEFERDE AŞK

Kaptan, motoru erkenden çalıştırıp perona sigara içmeye indi. Peronda hareket saatini bekleyen yolcular, uğurlamaya gelenler, çığırtkanlar, sivil-resmi belediye görevlileri, seyyar satıcılar, terminal görevlileri nereye yöneleceği kestirilemez halde kâh dalgalanıyor kâh duruyor, her kafadan bir ses çıkıyordu. Öyle ki otogar binasının tavanında bulunan Türk üçgenlerindeki çıkıntılara tüneyen kuşların cıvıltıları ve koridordaki dev saatin tik takları işitilemez durumdaydı. Erkenden yerlerini alan yolculara kısa bir süre sonra motorun gürültüsü ve ısısı huzursuzluk vermeye başladı. Muavin elinde liste, dışarıdaki uğultulu insan kalabalığını sakin tavırlarla yararak otobüse bindi. Elindeki listeden son kontrolleri yapmaya başladı. Yolculara tek tek nerede ineceğini sorarak yanıma geldiğinde “Otogarda” dedim. Muavin arkaya doğru geçerken, kaptan daracık boşluktan çevik bir hamleyle süzülerek yerine geçti. Kaptan koltuğu tıslayarak hareket saatini fısıldadı. Kaptan, Airbus pilotu pozlarında kumanda panelinin, dikiz aynalarının kontrolünü yaptı.

Araç henüz hareket etmemiş, kapılar henüz kapanmamıştı, ön kapıdan ivecen adımlarla biri bindi. Kalkış saatine ucu ucuna yetişen genç kadın soluk soluğaydı. Apar topar yerine geçerken hızlıca otobüsün içine göz gezdirdi. Sanırım tanıdık kimse var mı diye bakıyordu. Gri mavi gözleri, kırbaç gibi fiziği ve Farah Fawcett tarzı kesilmiş kumral saçlarıyla herkesin dikkatini çekmişti. Servi kamet genç kadın elindekileri çabucak yerleştirdi. Muavinin arkalardan kaptana “Tamamdır” diye seslenmesiyle kapılar kapandı. Kaptan sağa geriye doğru manevra yapıp otobüsün önünü otogar çıkışına yöneltti. Güçlü bir frenle otobüs yayık gibi sallandı. İçeriden ve dışarıdan onlarca el, veda için sallanıyordu. Yalnız gelmiştim, benim el sallayanım yoktu. Hareket ettik. Sağımdaki mütedeyyin yolcunun dudakları kıpır kıpırdı. Birbirimize “Hayırlı yolculuklar” diledik. Yanımda çeki taşı gibi oturan orta yaşlı bu adam otobüs hareket ettikten on dakika sonra varış noktasında uyanmak üzere derin bir uykuya daldı.

Otobüs yaklaşık yarım saat kadar, ölgün iç ışıkları açık olduğu halde seyretti. Bu süre boyunca rutini bozan en ufak bir şey olmadı. Muavin su dağıttı, yolcuların tepesindeki hoparlörleri ve lambaları denetledi. Gecenin içinde dans eden ateş böcekleri mütemadiyen ön cama yapışarak lekeler bırakıyordu ve biz ilerliyorduk. Kusursuz kapkara asfalttaki kesik-düz-bir yanı kesik, bir yanı düz bembeyaz çizgileri iştahla yutan lastiklerin sesi gecenin sessizliğini bozuyordu. Farlardan çıkan ışık huzmesi kâh yolu kâh trafik levhalarını aydınlatıyor, arada bir karşıdan gelen araçların farlarıyla bizim farların ışık demetleri düello ediyor, karşılıklı kısalara geçiliyor, bir tür ışık oyunları oynayarak hedefe biraz daha yaklaşıyorduk. Derken ışıklar söndü. Otobüsteki ılık havanın da etkisiyle uyumuşum.    

Uyandığımda mola yerindeydik. Yolcular otobüsü yavaş yavaş terk ediyorlardı. Dışardan gelen ve hiçbir zaman tamamı anlaşılamayan o bildik metalik kadın sesi bizim otobüsün mola yerine henüz geldiğini imliyordu. Hızla dışarı attım kendimi. Ciğerlerime dolan taze havanın etkisiyle kendime geldim, uyku sersemliğinden eser kalmadı. Havanın serinliği içimi ürpertiyordu. Hemen demli bir bardak çay aldım. Avuçlarıma aldığım bardağın sıcaklığıyla ellerimi ısıtarak terasa çıktım. Gözlerime inanamıyordum. Terasta ikimizden başka kimseler yoktu. Otobüse en son gelen genç kadın yolcu tek başına oturmuş çay içiyor ve cep telefonuyla oynuyordu. O güne kadar hiç yapmadığım bir şeyi yaptım. Yanına gidip “Oturabilir miyim?” dedim. Terasta bizden başka kimseler olmadığından bütün masalar boştu. Tersleyecek diye düşündüm. Oysa sımsıcak bir tebessümle ve ağzında bilyeler varmışçasına aksanlı bir dille “Tabii, buyurun” dedi. Ben şaşkınlık ve sevinç içinde otururken onun yüzünde içten ve sıcak gülümsemesi asılı kalmıştı. Telefonunu kapatıp çantasına koydu. Sohbete hazırdı…

Adı Selen’miş. Yaşından büyük görünüyordu. Dört yıl önce benim mezun olduğum fakültenin farklı bir bölümünde son sınıftaymış. Mezun olmasına iki dersi kalmış, onların sınavını verebilmek için gidiyordu. Aslında neredeyse okuduğu kentle ilişiğini kesmiş olduğunu, kendisinden beş yaş küçük, lisede okuyan bir erkek kardeşi olduğunu, babasının çok yetenekli bir zanaatkâr esnaf olduğunu, ancak teknolojinin gelişmesiyle mesleğinin can çekişmekte olduğunu, annesinin ev hanımı olduğunu anlattı, anlattı, anlattı. O anlattı ben dinledim. Azınlık olduklarını, otobüse bindiğinde benim de onun dikkatini çektiğimi söyledi. Gururum okşanmıştı. Hem yanına oturmama izin vermesinin hem de aksanlı konuşmasının nedenleri anlaşılmıştı. Sempatik yüzü konuşurken bir çocuğunkini andırıyor ve ona öylesine yakışıyordu ki…

Esprili biri değilimdir, sert bir mizacım olduğunu söylerler. Dışarıdan bir gözle bakınca kendimi sıkıcı bulurum. Ancak o, anlattıklarımı kıkırdayarak dinliyor, hafif tebessüm edilecek yerde küçük kahkahalar atıyordu. Güldükçe güzelleşiyor, güzelleştikçe gülüyordu. Laf arasında çaktırmadan özel bir ilişkisi var mı diye yokladım. Yoktu. Böylesine hoşsohbet, sıcak, alımlı, nitelikli genç bir kadının yalnız olması cidden ilginçti. Özelliklerinin ayırdında değildi. Küçük bir özgüven eksikliği sezinledim. Sanırım çevresindeki erkeklerde de ona yakınlaşacak özgüven yoktu ki özel bir arkadaşlık edinememişti.

Fakültede yıllarca flört ettiğim Müge’den üç yıl önce ayrılmıştım, o günden sonra da yeni bir ilişkiden hep uzak durmuştum. Şimdi içimde kelebekler kanat çırpıyordu. Bekâr ve işi gücü yerinde biriydim. Onun kadar dikkat çekmesem de fena değildim. Kendisi de itiraf etmişti işte; otobüste dikkatini çekmişim. Bizi birbirimize yakıştırdım. Evet, evet, yeni bir ilişkiye hazırdım…

Mola nasıl geçti anlayamadım. Yarım saat önce iki yabancı olarak indiğimiz otobüse şimdi birbirinin yakın tarihlerini büyük ölçüde bilen iki arkadaş olarak binecektik. Masadan kalkmadan önce telefonunu istedim. İtiraz etmedi. Kendisi de numaramı kaydetti. Yarın arayacaktım, sınavdan sonra buluşacaktık. Otobüse herkesten sonra, muavinden önce biz bindik. O yerine otururken “İyi yolculuklar” deyip yerime geçtim. Güdümlü füzeler gibi hedefime kilitlenmiştim. Aynı hizadaydık ve aramızda yalnızca iki koltuk sırası vardı. Neredeyse gözümü kırpmadan ininceye kadar onun koltuğuna odaklandım. O bir kez bile dönüp arkasına bakmadı. Rüya mı görmüştüm? ‘Yarın telefonuma yanıt vermezse’ düşüncesiyle otobüsün basık tavanı üstüme üstüme geliyordu. Otogarda ininceye kadar uyku girmedi gözüme. Başının yana düşmesinden anladım ki o derin bir uyku çekti. İninceye dek neredeyse hiç uyanmadı.

Çalıştığım kurumun bağlı olduğu bakanlığın konaklama tesisinde on gün önceden yer ayırtmıştım. Ancak bakımsız ve ulaşım sorunu olan bir yerdi. O yüzden iki bakanlığın birleştirilmesi sonucunda bizim de kalmaya hak kazandığımız beş yıldızlı otel hizmeti veren diğer kurumun konaklama tesislerinde kalmanın yollarını arayacaktım. Yola çıkmadan önce vedalaştığım arkadaşlarım daha önce deneyimledikleri için övgüyle önermişlerdi.

Selen, yurtla ilişiğini kestiği için sınav süresince halasının evinde kalacaktı ve ev yeni tesislere çok yakındı. İkimizin de bagajda eşyası yoktu. Ön koltuklarda oturduğu için benden önce indi. Molada otobüse binerken, inince ne yapacağımıza ilişkin konuşmadığımızdan panikledim. İndiğim gibi de yanında bitiverdim. Gitmemiş, beni beklemişti. Taksiyle kaldığı yere bırakmayı teklif ettim. Yolumun üzerinde sayılırdı. Konaklama tesislerinin bulunduğu caddenin köşe başında inmek koşuluyla bindi. İndirirken vedalaştık. Arkasından bakıyordum. Geriye dönüp eliyle telefon işareti yaptı. Telefon etmemi bekleyecekti. Yüreğime su serpildi. Endişelerim yersizdi.

Yeni kurumun konaklama tesisleri bakanlık yetkililerinin hısım akrabasıyla doluydu. Ne kadar mücadele ettiysem de sonuç alamadım. Yapacak bir şey kalmamıştı. Çıktım. Yer ayırttığım eski tesislere gidecektim. Yolcu getirip boş dönen taksilerden birine atladım. Trafik açıktı. On beş dakika sürmedi. Dış cephe boyası solmuş bakımsız tesisin kör noktaya bakan manzarasız odalarından birine yerleştim. Belli ki burada da nispeten iyi odalar torpilli zevatça tutulmuştu. Canım sıkıldı. Üç beş parça eşyamı dolaba yerleştirdim. Kahvaltıya indim. Kahvaltı salonu ve hizmet fena değildi.

Karnımı doyurduktan sonra pasta salonuna geçtim. Sehpalardaki günlük gazeteleri toplayıp yanıma aldım. Kahvemi yudumluyordum ki karşıdan üç yıl önce ayrıldığım Müge Yiğit’in gülümseyerek bana doğru geldiğini gördüm. Aldığı birkaç kilonun hatlarında yarattığı küçük fark dışında fazla değişmemişti. Zarafetinden de hiçbir şey yitirmemişti. Ayağa kalktım. Ayrılık kararından sonra ilk kez karşılaşıyorduk. Tuhaf duygular içerisindeydim. Elimi ayağımı nereye koyacağımı bilemedim. Yalnızca tokalaşmalı mıydık? Nasıl davranmalıydım? Akışına bıraktım. Aramızda hiçbir şey yaşanmamışçasına eski bir okul arkadaşı gibi yanaklarımdan öptü. Kayıtsız kaldım. Oturması için yer gösterdim. Şekerli bir kahve söyledim. ‘Şekersiz’ modasına karşın hâlâ benim gibi kahveyi bol şekerli içiyordu. Ne tuhaf. Müge’yle aynı fakülteyi bitirdiğimiz halde okulda değil, benim dördüncü, onun ikinci yılının başında aynı otobüste yolculuk yaparken tesadüfen tanışmıştık. Bileti alan annem olunca yanlışlıkla ‘bayan yanı’ kesilmişti. Üst sınıfta okuduğumdan beni uzaktan tanıyan yan koltuğun sahibi Müge de duruma itiraz etmeyince tanışıklığımız ve dostluğumuz öylece başlamış, zaman içinde aşka dönmüştü.

Müge tam iki yıl önce evlenmiş. Geçen hafta bugün evlilik yıl dönümlerini kutlamışlar. Eşi subaymış. Henüz çocukları olmamış. Kendisi ağırlıklı olarak diğer bakanlığın tesisleri olmak üzere sosyal tesisleri denetlemekle ilgili görev yapıyormuş. Benim orada yer bulamadığımı öğrenince üzüldü. “Haberim olsaydı yer ayarlardım” dedi. Artık önemli olmadığını, yerleştiğimi söyledim. Soyadını merak ettim, “Bilgilioğlu” dedi. Okuldan dereceyle mezun olmuştu. “Senin gibi bilgili birine bu soyadı daha çok yakışmış” dedim. Güldü. “Herkes aynı şeyi söylüyor” dedi. Hiçbir şey hissetmediğimi şaşkınlıkla fark ettim. Oysa flört ettiğimiz dört yıl boyunca onsuz nefes dahi alamayacağımı sanırdım. O da arkadaşlarına bensiz yaşayamayacağını söylermiş. Kulağıma gelmişti. İlişkimiz bittikten bir yıl sonra evlenmiş. Demek ki Nâzım Usta’nın dediği gibi yirminci yüz yıllılarda ölüm acısı dahi en fazla bir yıl sürüyor. İşleri varmış, yarım saat kadar konuştuktan sonra izin istedi.

Müge gittikten sonra bir süre geçmişin muhasebesini yaptım. En küçük bir pişmanlık, küçücük bir aşk kırıntısı, üzüntü hissediyor muyum diye. Ona ilişkin hiçbir şey kalmamıştı bende. Sanırım aradan geçen yılların yanında birbirimizde tek bir fotoğrafımızın dahi kalmamış olmasının da bunda etkisi vardı. Ayrılma kararıyla birlikte tüm ortak fotoğraflarımızı göndermemi istemişti. Ben de anlamsız bulmama karşın dileğini kırmamış, tüm fotoğraflarımızı postalamıştım. Arada fotoğraflarımıza bakmış olsam belki de aşkım küllenmeyecekti. Şimdiyse silik anılar dışında koca bir hiç… Sanırım onun için de aynı duygular geçerliydi. Zaman geçirdiğimiz yarım saatlik sürede tavırları benden daha rahattı. Belli ki yaşadığı ortamda mutluydu. İşinde başarılıydı. Oldum bittim hırslı, çalışkan ve başarılı biriydi zaten, tuttuğunu koparırdı. “Haberim olsaydı yer ayarlardım” diye de boşuna söylememiştir, gerçekten de ayarlardı.

Gazetelere göz attıktan sonra yol yorgunuyum demeyip eski arkadaşlarla –öğrenciyken sürekli gittiğimiz– Şah-Mat oyun salonunda buluştuk. Eski günlerdeki gibiydi. Patron tüm suratsızlığıyla masada oturup hesap alıyor, garson Halil Abi tüm güler yüzlülüğüyle espriler yaparak çay dağıtıyordu. Halil Abi olmasa kimse kapısından girmezdi şu salonun. Öğrenciliğimizdeki gibi akşama kadar yemek yerine simit yiyip kâğıt oynadık. Simitçimiz de değişmemişti. Adalet Yüksekokulu mezunu Şerif Derik KPSS’yi kazanamamış, öğrenciyken yarı zamanlı yaptığı işi şimdi tam zamanlı yapıyordu. Köyünden akrabası bir kızla evlenmiş, iki de çocuk yapmışlardı. KPSS’yi kazansa burada geçinemez, hatta evlenemezdi. Şimdi kazancı hiç de fena değildi. O gün arkadaşlarla takılıp Selen’i aramadım. Arkadaşım Ali, arabasıyla tesislere kadar bıraktı. Öyle yorulmuşum ki deliksiz uyudum. Sabah erkenden sinekkaydı tıraş olup duşumu aldım.

Selen’in sınav saatini biliyordum. Telefon açmadım. Kahvaltıdan sonra kendimce zaman hesabı yapıp tesislerden çıktım. Sınavın başlama saatinden yarım saat kadar sonra fakültenin kapısındaydım. Sürpriz yapıp şaşırtacaktım. Bina giriş kapısını karşıdan gören bir banka iliştim. Bir öğrenci gibi beklemeye başladım. Sınava girmiş miydi acaba? Girdiyse on-on beş dakikada sınav kâğıdını verip çıkmış olamaz mıydı? Neden böyle çocukça bir şey yaptım, bilmiyorum. Neyse ki çok geçmeden Selen binadan çıktı da endişelerimi boşa çıkardı. Beni görmemişti. Bina çıkışında çantasından telefonunu çıkarıp açtı. Çağrılara mesajlara bakarak dalgın dalgın bahçe kapısına yöneldi. Neden sonra beni fark etti. Büyük bir gülümsemeyle üzerime geldi. “Geçmiş olsun. Nasıl geçti?” dedim. Neden aramadığımı sorup sınavın çok iyi geçtiğini, yüksek bir not alacağını söyleyip teşekkür etti.

Derslerden, ortak hocalardan, gelecek tasarımlarından söz ederek bir süre sokaklarda yürüdük. Yıllar önce Müge’yle el ele gezdiğimiz yollarda mahcup liseli gençler gibi dolaşıyorduk. Müge’yle sürekli gittiğimiz Papillion Cafe Restaurant’ın önünden geçerken garson Numan Abi’yi görebilir miyim diye camdan dikkatlice baktım. Yoktu. Sohbette sözün bittiği anlar olur, o anlardan birinde acıkıp acıkmadığını sordum. Acıkmadığını ama acıktıysam bana eşlik edebileceğini söyledi. Numan Abi’yi görseydim orada oturmayı önerecektim. “Yeni konaklama tesisinin beş yıldızlı yatak hizmetinden yararlanamadım ama yemek hizmetinden yararlanabiliriz” dedim. Halasına yakın olmasının avantajını da düşünerek kabul etti. Uzak sayılmazdı ama zaman kazanmak için taksiyle gittik. Yemekten sonra birer kahve içmek üzere giriş katındaki devasa salonun ucunda bir sütunun arkasındaki abanoz deri koltuklara oturduk. Kahveler gelmeden lavaboya geçmek için kalktım. Uzun salonun başındaki bankoda Müge, danışmadaki görevliyle konuşuyordu. Görünce içten bir şekilde selamladı. Geceyi rahat geçirip geçirmediğimi sordu. Manzarasız bir odada olduğumu ancak hizmetin iyi olduğunu söyledim. İzin isteyip lavaboya geçtim.

Dönüşte danışmada kimseler yoktu. Lobi çok hareketliydi. Sütunların arasında ilerlerken arkamdan birinin “Tahir” diye seslendiğini duydum. Uğultunun içinde emin olamadığım halde arkama döndüm. Müge sevinçle bana doğru geliyordu. Bekledim. “Müjde, sana otelin en güzel süitini ayarladım” dedi. Çok teşekkür edip odaya yerleşmiş olduğumu, kalan iki gün için düzenimi bozmayacağımı söyledim. Israrına ısrarla direnince pes etti. Bir arkadaşımla oturduğumu, onu tanıştırabileceğimi söyledim. Güle söyleşe upuzun sütunlu salonun sonuna doğru yürüdük. Son sütunun arkasına geçince Müge, tanıştırayım dediğim arkadaşımın çok güzel bir kadın olduğunu gördü ve Selen’i gördüğü anda da yüzündeki gülümseme dondu. Ardından yanakları kızardı. Yüzü ifadesizleşti. Sağ kaşı havaya kalkmıştı. Kızdığı zamanlarda hep böyle olurdu. Boyunun kısalığı dışında iri birer kalamatayı andıran gözleri ve şampuan reklamlarındakine benzer simsiyah uzun düz saçlarıyla oldukça güzel bir kadındı. Ne var ki Selen’in güzelliği yanında sönük kalmıştı. Bunu fark edecek kadar zeki ve kıskançtı.

– Selen, fakülteden dönem arkadaşım Müge’yi tanıştırayım. Müge bakanlığın misafirhanelerini denetliyor. Selen de yarın son dersini verince bizim fakülteden mezun olmuş olacak.

Belli ki Müge’nin içinde kasırgalar, siklonlar kopuyordu. Bina adeta üzerine yıkılmış, enkaz altında kalmıştı. Pişman olmuştum. Maksadım onu incitmek ya da intikam almak değildi. Aramızdaki ilişki üç yıl önce kavgasız dövüşsüz bitmişti. Ben bekâr bir adamdım, o iki yıllık evli bir kadındı. Bir kız arkadaşımın olmasından daha doğal ne olabilirdi ki… Fakat belli ki istemeden bazı taşları yerinden oynatmıştım. Selen, “Tanıştığımıza memnun oldum” dedi. Müge’nin yüzünden düşen bin parçaydı. Sfenks’e benzeyen duruşu ve buz gibi sesiyle “Ben de…” dedi. Aynı soğuk tavrını koruyarak acil bir işi olduğunu belirtip yanımızdan ayrıldı.

Müge’nin tavırlarını anlamak nasıl olanaksızsa o tavırdan Selen’in rahatsız olmaması da düşünülemezdi.

Okul yıllarında Müge ile çıkıyor muydunuz?” deyiverdi. Neden bilmem yalan söyledim.

– Yoo. Neden sordun?

– Görmedin mi? Ne kadar garip davranıyordu.

– Evet. Haklısın ben de anlam veremedim.

– Kıskandı. Belli ki gizliden gizliye seni seviyormuş. Ancak kıskanan biri böyle davranır.

Ok yaydan çıkmıştı. Yalan söylemeye devam ettim.

– Bilemiyorum. Mezun olduk olalı hemen hemen hiç görüşmedik ki. Üstelik iki yıl önce evlenmiş…

Selen, daha fazla uzatmanın anlamsız olacağını düşünmüş olmalı ki sustu. Konuşmadan kahvelerimizi içtik. Kalktık. Halasının evinin olduğu sokağın köşesinde ayrıldık. Onun çalışmak zorunda olduğu bir sınavı vardı. Ben de Şah-Mat oyun salonunda dünkü arkadaşlarımla buluşacaktım.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar