GEZİ KÜLTÜR-SANAT 

ÖLÜCANLAR MÜZESİ

Uzun süredir duran ‘Ankara’da yapılacak işler’ listesindeki o satır için arabamın tekerleklerini döndürdüm. Acının, gözyaşının, işkencenin merkezi olarak görülen, pek çok insanın yaşamının sona erdirildiği yapının iç karartıcı görüntüsünü otuz yedi yıl kadar önce ilk kez görmüştüm. Belleğimde kaldığı kadarıyla o gün yüksek duvarlarla çevrili gri ve mavi renklerin hâkim olduğu binanın nizamiye çevresindeki asker ve gardiyanların yüksek perdeden gürültülü patırtılı tartışmalarından biraz gerilmiştim. Nizamiyenin önündeki yolun dar bir yol olduğunu anımsıyorum. Bir cezaevi aracı kapıda mahkemeye gidecek tutukluları almak üzere bekliyordu. Biraz oyalansam araca binecekler arasında yer alacakmışım gibi geldi. Suçlu gibi kaçarcasına uzaklaşmıştım.

Yıllar önce, merak ve tedirginlik içinde çevresinde avare dolandığım, on yıl kadar önce de müze olarak düzenlenen bu mekânı, Ulucanlar Cezaevi’ni şimdi ayrıntılı olarak gezme olanağım vardı. Zamanında önünden kaçarcasına ayrıldığım yere, şimdi koşarcasına gidecektim. Öyle de oldu. Trafiği de düşünerek evden çok erken çıktım. Müzenin açılmasına yaklaşık kırk dakika kala arabamı köşedeki inşaatın önüne park etmiştim bile. Semt çok değişmişti. O yıllarda bile eski ve bakımsız olduğunu anımsadığım birçok yapı restore edilmiş, bir o kadarı da restore edilmeyi bekliyordu. Bu yapıların arasında dolaşarak biraz zaman geçirdim. Tarihte yüz yıl öncesine ışınlanmışçasına dolaştım binaların arasında. Kurtuluş Savaşı’nın en çetin günlerinin yaşandığı, Başkent olma donanımından yoksun bu yoksul Orta Anadolu kasabasının havasını soludum bir süre. Yapıları yaşatabilmek adına bir kısmına kurumsal, bir kısmına ticari kimlik kazandırılmıştı. Ulucanlar Caddesi’yle Kestane Caddesi’nin kesiştiği yerdeki alan, çocuk parkı olarak düzenlenmişti. Parkın köşesindeki büfeden bir çay alıp oturdum. Yıllar kenti ve semti değiştirdiği gibi insanları da değişmiş gibi geldi. Ömrümün en verimli beş yılını geçirdiğim bu kent şimdi benden ne kadar uzak, ne kadar ulaşılmazdı. İçinde sevdiklerim olmasa bir dakika bile duramam gibi geldi.

Alçak sehpadaki telefonun saat göstergesi zamanın geldiğini işaret ediyordu. Kalkıp karşıya geçtim. Müze açılmıştı, şimdiki bahçesi cezaevi günlerinden, benim bu kentten uzak olduğum denli uzaktı. Başarılı bir peyzajla bahçe düzenlenmişti ve gözüme ilk çarpan, ‘Sanat Sokağı’ tabelası oldu. Tabelanın işaret ettiği yöne gitme düşüncesini erteleyerek müzeye yöneldim. Müzenin girişinde dönemin cezaevi araçlarından biri sergileniyordu. Kim bilir belki de binayı ilk gördüğüm an, tutukluları mahkemeye taşımak üzere nizamiye kapısının önünde bekleyen araç buydu. Bir süre asker ve gardiyanların gürültülü patırtılı konuşmalarını işitmeye çalıştım. Ortam oldukça sessiz.

Müze binasının girişinde solda ziyaretçileri karşılayan bir danışma ve bilet satışı bürosu var. İki kadın çalışanın arkasında sarkık pos bıyıklı balmumundan yapma bir gardiyan heykeli –adeta Bekçi Murtaza– ellerini arkasında kavuşturmuş duruyordu. Sahici gibiydi, refleks olarak hemen fotoğrafını çekmek istedim. Bilet satan görevli kadın yalnızca dışarıdan çekebileceğimi uyarınca büronun dışından gardiyanı ölümsüzleştirdim. Müzeye girişte sizi dar ve basık bir koridor karşılıyor. Yedi cüceleri arıyor gözleriniz. Ben bile başımı sakınarak girdiğim halde başımı çarptığıma göre içimden, 68’lilerin önderi uzun boyuyla çok zorlanmış olmalı diye geçirdim.

Aslında Cumhuriyet ilan edildiği yıl askeri depo olarak inşa edilen bina 1925’te birtakım eklemelerle Cebeci Tevkifhanesi olarak kullanılmaya başlamış. Sonra Cebeci Umumi Hapishanesi, Cebeci Sivil Cezaevi, Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi ve en sonunda Ulucanlar Cezaevi olarak 2006 yılına kadar bu işlevini sürdürmüş. Yaygın adıyla Ulucanlar Cezaevi, Türk siyasi ve edebi hayatında da önemli bir yere sahip. Yapı restore edilerek 2010 yılında müze ve kültür-sanat merkezine dönüştürülmüş.

Gezinti sırasında uzun koridorlardan (birtakım meyve adları verilen sokaklardan) geçiliyor. İlk uzun koridorun açıldığı maltanın kıyısında ‘Hilton’ adı verilen koğuşlarda sizi bir sürpriz karşılıyor. Girince soldaki 9 no’lu koğuş altı kişilik, sağdaki koğuş ise iki kişilik. Sağdaki koğuşta, birkaç kez başbakanlık koltuğuna oturmuş, Kıbrıs Harekâtı’nın da mimarı olan gazeteci-şair Bülent Ecevit’in kaldığını öğrenmek şaşırtıcı. İçeride ranza dışında yaşam malzemesi bulunmuyor. İlk kez 1957 yılında Osman Bölükbaşı’nın kalması için düzenlenen bu iki karşılıklı koğuşta nice ünlü isimler kalmış. Necip Fazıl’dan Nâzım Hikmet’e, Cüneyt Arcayürek’ten Fakir Baykurt’a kadar onlarca isim. Bu isimlerin bir süre burada tutuklu kaldıklarını görünce mahkûmların buraya neden “Hilton” dediğini kestirmek güç değil.

‘Hilton’ koğuşlarının sol tarafında birtakım seslerin çağrısına yönelip ‘Tecrit’ denen loş koridora girdiğiniz anda sol tarafınızdaki boşlukta bir gardiyanın ürkütücü görüntüsüyle karşılaşıyorsunuz. Küçük metal bir masanın arkasındaki sandalyeye yerleştirilen balmumundan yapılmış genç bir gardiyan heykeli birkaç günlük uzamış sakalıyla çok sahici ve beklemediğiniz bir anda karşınıza çıkınca haklı olarak irkiliyorsunuz. Çığlıkların yükseldiği bu uzun koridora girip de irkilmeyen yoktur sanırım. Hakaretler, aşağılamalar, işkence sesleri arasında girdiğiniz uzun koridorun sol tarafında hücreler var. Demir kapıları kilitli bu hücrelerin bazılarının gözetleme pencerelerinden içerdeki cılız ışıkta oturan, yatan, ayakta duran, dua eden mahkûmları görüyorsunuz. Koridor boyunca da tüylerinizi diken diken eden işkence ve kötü muamele uygulamalarına ilişkin konuşmalar, bağırıp çağırmalar, ithamlar, hakaretler size eşlik ediyor. Bir an önce koridorun bitmesini istiyorsunuz. Koridor bitince işkence ve kötü muameleler de tarihin derinliklerinde kaybolacakmış gibi duyumsuyorsunuz.

Göğsümün üzerine oturulmuş, boğazıma çökülmüş gibi… Nefes almakta zorlanarak koridoru bitirip maltaya geçiyorum. Ancak mahkûmların acı çığlıkları ve işkencecilerin aşağılayıcı sözleri maltada olta atanlarla birlikte bir süre daha eşlik ediyor. Kâbus gibi bir zaman dilimi yaşadığım için maltada ilk yaptığım şey; gökyüzüne bakmak, derin derin nefes almak oluyor. Açık bir gökyüzü ve tenime güneşin temas etmesiyle biraz kendime geliyorum. Gökyüzü, gökyüzünün çok ötesinde. Orada Sabahattin Ali’nin gördüğünü, denizi görüyorum. Uçan kuşlar görmek istiyorum. Tek bir kuş uçmuyor gökyüzünün sunduğu kare içerisinde ya da karenin sunduğu gökyüzü içerisinde. Bütün kuşlar sürgüne yollanmış sanki.

Kuşlardan umudumu kesince iki yıl buradan gökyüzüne bakmak zorunda bırakılan akademisyen-yazar Feride Çiçekoğlu’nun ‘Uçurtmayı Vurmasınlar’ filmi geliyor usuma. Film, annesinin cezası yüzünden hapishanede büyümek zorunda kalan, bütün mahkûmların neşe kaynağı olan küçük Barış’ın gözünden perdeye aktarılmıştı. Mecburi mahkûm! Barış ile siyasi mahkûm İnci (F. Çiçekoğlu olmalı) arasında gelişen sevgi, hapishane duvarlarını aşan bir dünya yaratmalarını sağlıyordu. Ulucanlar’da 82-84 yılları arasında yaşanmış bir olayın senaryolaştırıldığı film, burada gerçek mekânında çekilmişti. Uçurtma görür müyüm acaba diye gözlerimle çevreyi tarıyorum. Nafile çaba. Bütün uçurtmaları vurmuş olmalılar, tek bir uçurtma yok çocuk gönlümü avutacak.

Maltalarda eski fotoğraflar film şeritleri şeklinde duvarlara raptedilmiş. Güneş ışınlarının yonttuğu fotoğraflar ayrıntıları örtüyor, görüntüler bulanıklaşmış. Yüzlerin bir kısmı zar zor seçiliyor. Maltaları koğuşları birbirine bağlayan dar sokaklardan birinde ziyaretçilerden uzun boylu bir adam hapishane duvarına yaslanan güneş gözlüklü güzel bir kadının fotoğrafını çekmeye çalışıyor. Fotoğrafı çeken kişinin fazlaca bir şey yapmasına gerek yok. Kadın profesyonel fotomodellere benziyor, her pozu güzel, gökyüzü gibi, özgürlük gibi. Duvara sırtını dayayıp hüzünlü yüzünü gökyüzüne doğru çevirerek pozunu verirken, büyük ve kalabalık koğuşlara geçiyorum. Onlarca tutuklu ve hükümlünün yaşadığı, üzeri kavisli pencereleri tavana yakın, devasa odalar bunlar. İçinde o günlerden kalma eşyalarla birlikte balmumu mahkûm heykelleri de var. Bu heykellerin bazıları yapay dursa da bazıları insan dokularıyla bezendiği için canlı gibi. Yaşadıklarını duyumsuyorum. Etkilenmemek elde değil. Koğuşlarda yatan ünlü kişilerin eşyaları ve fotoğrafları da sergileniyor. Piyanodan daktiloya, kol saatinden bağlamaya kadar pek çok eşya, kap kacak, yaşam malzemesi ve mahkûmların heykelleri, yaşananlar hakkında önemli ipuçları veriyor. Fotoğraflarda yine pek çok tanıdık isme rastlıyorsunuz. Enver Gökçe, Yılmaz Güney, Behice Boran, 68’liler vb. Büyük koğuşların girişinde mutfakla iç içe tuvaletler için ayrılan bölüm ise rahatsız edici.

Maltalar, koridorlar – sokaklar, koğuşlar, mutfaklar, hamamlar, çamaşırhaneler labirentin içinde dönüp dururken yönümü şaşırıp bazı bölümleri gezemeden kendimi cezaevinin dışında buluyorum. Tam çıkışta bir modern çağ gardiyanıyla burun buruna geliyorum. Sanırım yolunu kaybedip müzenin tamamını gezmeden çıkan epeyce ziyaretçiyle karşılaşıyor olmalılar. Müze görevlisi kadın, şaşkınlığımdan durumu anlayıp arkadaki bir kapıyı göstererek oradan devam etmemi istiyor. İşarete riayet edip ziyarete devam ediyorum. Bu sefer sırada kantin, görüşme hücrelerinin bulunduğu bölüm ve içinde idamların gerçekleştiği darağacının olduğu cam bir kafes var. Görüşmeci hücrelerinde empati yapıyorum. Kâh mahkûm kâh görüşmeci oluyorum. Ahmed Arif’in “Haberin var mı taş duvar?/ Demir kapı, kör pencere,/ Yastığım, ranzam, zincirim,/ Uğruna ölümlere gidip geldiğim,/ Zulamdaki mahzun resim,/ Haberin var mi?/ Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,/ Karanfil kokuyor cıgaram/ Dağlarına bahar gelmiş memleketimin” dizeleri dökülüyor dudaklarımdan.

Cam kafes içindeki darağacının karşısında içim daralıyor. Burada empati yapamıyorum. Bu sehpada 3 Şubat 1926’da başlayan ve 13 Ağustos 1982’de son bulan idam serüveninde can veren birçok isim var. Talat Aydemir, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Necdet Adalı, Mustafa Pehlivanoğlu (bu adı okuyunca ‘Ankara Ayazı’ filminin senaryosu geliyor gözlerimin önüne), Erdal Eren vb. Sehpanın cam kafes ardındaki ürkütücü görüntüsü karşısında bir süre kalıyorum. Cezanın suç işlemedeki caydırıcılığını düşünmeden edemiyorum. İyi ki bu çağ dışı uygulama Türk ceza yasasından tümüyle çıkarıldı diye mırıldanıyorum. Toplamda iki saat süren bu ziyaretleri tamamlayıp bahçeye atıyorum kendimi.

Girişteki ‘Sanat Sokağı’ tabelasının cazibesine kapılarak ışıltılı bir peyzaj düzenlemesi içerisinden bahçenin doğu tarafına geçiyorum. Bir çay bahçesi ve kuzeyinde restore edilmiş atölyelerin güney-kuzey yönünde iki sıra bitişik nizam dizilmiş olduğu bir alan var. Atölyelerin güneyindeki iki yapının çay bahçesine bakan beyaz badanalı duvarları üzerinde Türk şiirinin iki ustasının şiirleri alana girenlere hoş geldin diyor. Sol taraftaki duvarda Necip Fazıl’ın on üç kıtalık uzun şiiri ‘Zindandan Mehmed’e Mektup’un ilk iki kıtasıyla son kıtası yazılı:

Zindan iki hece Mehmed’im lafta!/ Baba katiliyle baban bir safta!/ Bir de geri adam bo(y harfi düşmüş)nunda yafta/ Halimi düşünüp yanma Mehmed’im!/ Kavuşmak mı? Belki… Daha ölmedim! // Avlu… Bir uzun yol… Tuğla döşeli,/ Kırmızı tuğlalar altı köşeli,/ Bu yolda tutuktur hapse düşeli,/ Git ve gel… Yüz adım… Bin yıllık konak,/ Ne ayak dayanır buna, ne tırnak. // (…) // Mehmed’im sevinin başlar yüksekte!/ Ölsek de sevinin, eve dönsek de./ Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!/ Yarın elbet bizim, elbet bizimdir!/ Gün doğmuş, gün batmış ebed bizimdir!

Sağdaki duvarın üzerinde de Nâzım Hikmet’in ünlü ‘Bugün Pazar’ şiiri yazılmış:

Bugün pazar./ Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar./ Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün/ bu kadar (b harfi düşmüş)enden uzak/ bu kadar mavi/ bu kadar geniş olduğuna şaşarak/ kımılda(şiirde olmayan bir n eklenmiş)madan durdum./ Sonra saygıyla toprağa oturdum,/ dayadım sırtımı duvara./ Bu anda ne düşmek dalgalara,/ bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım./ Toprak, güneş ve ben./ Bahtiyarım.

Şiirlerin ve şairlerin karşısında saygıyla durdum bir süre. Çok güzel bir gün geçiriyordum, günlerden pazar değil cumaydı; ancak Nâzım gibi bahtiyardım. Yine öyle bahtiyar bir şekilde ve biraz hızlı sayılacak bir tempoyla atölyeler arasında gezip turu tamamladım. Bazı atölyeler kapalı, bazılarının ustaları/sanatçıları bir araya gelmiş koyu bir sohbete dalmıştı. Selamlaştık. Onları geride bırakarak giriş kapısına yöneldim. Bahçedeki birkaç heykele de göz atıp güzel havanın, bereketli toprağın, rengârenk bitkilerin, deniz gibi gökyüzünün ve özgürlüğün güzelliğini iliklerimde duyumsayarak ve hiç kimsenin hak etmediği bir cezayı çekmemesini dileyerek ayaklarım yerden kesilircesine yeni keşiflere yelken açmak üzere çıkışa doğru yürüdüm.

Gökyüzü bana ne kadar yakındı ve gölgem ne kadar da kısalmıştı.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar