O KADIN
-ADANA-
Yılın son günü değişken hava geçişleri yaşanıyordu. Erken saatlerdeki gri gökyüzü ve burun direğini sızlatan ayaz, kuşluk vakti kısa bir ahmakıslatanın ardından tozu dumana katıp sokaklarda doğal mıntıka temizliği yapan rüzgârlı bir havaya bıraktı yerini. Öğle saatlerinde rüzgâr dindi. Bulutların arasından sırnaşık gülücükler dağıtan güneş yüzünden, alışveriş telaşındaki insanlara paltoları fazla gelmeye başladı. Havanın kararacağı saatlerde serpiştirmeye başlayan kar ve soğuk ise yeni yıla bembeyaz bir kent manzarasıyla girileceğini müjdeliyordu. Bir Güneyli olarak bozkırda yaşamanın en güzel yanının, bütün pisliklerin üstünün bembeyaz bir battaniye ile örtüldüğü zamanlar olduğunu düşünmüşümdür hep.
Son birkaç yıldır alım gücünün düşmüş olmasının yanı sıra salgın süreci; karantina, yoğun bakımlar, ölümler hepimizi iyice ‘içine kapanık’ hale getirdi. Ne var ki arkadaş çevremizde yavaş yavaş ciddi bir bıkkınlık belirdi ve tavsamalar başladı. Müdür yardımcımız dört yıl önceki yeni yıl kutlamasında ağırladığı arkadaşları bu yılbaşı için yine evine davet etmişti. Televizyon karşısında yiyip içecek, tombala oynayacak, beyaz camdaki havai fişeklerin göz alıcı cümbüşüne bakacak, ilerleyen saatlerde birbirimizi kutlayıp evlerimize dağılacaktık.
Klasik PTT tipi yeni yıl kutlamasına o zaman katılamamıştım ama bu kez katılacaktım. Yeni yıl yeni güzellikler getirecek miydi? Bilemiyorum. Eskisi, loğun kesekleri ezdiği gibi ezdi geçti geniş halk yığınlarını. Ancak her şeye karşın içimdeki asi çocuk umudunu yitirmedi. Yeni umutlar yeşertiyordum çorak gönlümde. Eski yılda yaşananları tarihin tozlu sayfalarına gömerek gelecek güzel günlere olan inancımı iş arkadaşlarımla paylaşmak istiyordum.
Damak çatlatan mezeler, müdür yardımcısının maharetli elleriyle masayı süsleyecekti. İki birim amirimiz –ki altlı üstlü oturuyorlardı– “İçecekler bizde” demişlerdi. Önceki gün de şefimiz çerezleri kendisinin alacağını söylemişti zaten. Ben de “Yılbaşı gecesinin meyve alışverişini ben yapacağım” demiştim. ‘Taze meyve yeriz’ düşüncesiyle de son güne bırakmıştım alışverişi. Semt pazarına yakın boş bulduğum bir yere park ettim bizim külüstürü. Herkes benim gibi düşünmüş olmalı ki pazarda ‘iğne atsan yere düşmez’ bir kalabalık, tezgâh başlarını doldurmuştu. Listedekileri birer birer almaya başladım. Tam muz almıştım ki arkamda beliren karaltıyı fark ettim. Başımı çevirince ufak tefek, ezik, kara kuru bir kadınla göz göze geldim. Kulağıma doğru uzandı.
– Affedersiniz, çocuklarım muz istedi. Param yok, onlara yarım kilo muz alabilir misiniz?
Dilenciliğin asalaklık olduğunu düşünürüm. Ulu büyük ninemin “Yalnızca dilenmez, dilencilere yardım et” sözünü kendime şiar edinmişimdir. Dilencilere zırnık koklatmam. Ne var ki kadının sesine ezgili bir hüznün ayak sesleri eşlik ediyordu. Abidin Dino sanki kadının yüzüne yoksulluğun resmini çizmişti. Kırlangıç yavruları gibi annelerinin muz getirmesini bekleyen çocuklar gözümün önünde belirince yüreğim daraldı. Başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Çok sevdiğim halde muz yiyemediğim yoksul çocukluk günlerimi anımsadım. Şehrimizin dünyaca meşhur muz bahçeleri bize gezegenler kadar uzaktı.
Efsunlanmış gibi elim cüzdanıma gitti. Yüklü bir pazar alışverişi yapıp kadına vermek geçti içimden. Sonra “Ya yalan söylüyorsa?” diye geçirdim. Enayi yerine konmaya tahammülüm yoktu. Büyük banknotu bıraktım, beş lira çıkardım. Tezgâh otuz-kırk saniyede hücuma uğramış, tezgahın önünde mahşeri bir kalabalık oluşmuştu. Yaklaşıp yeniden muz almak ve para ödemek çok zaman alacağından parayı kadına uzatıp “Zamanım yok, siz alın muzu” dedim. Mahcup, duyulur duyulmaz bir sesle teşekkür etti. Son alacaklarım için ilerideki tezgâha yöneldim. İçimden bir ses yeniden “Dilenmez, dilenciye yardım et” deyince gayriihtiyari arkama döndüm. Kadın muz almamış, hemen arkamda bitivermişti. Çok sinirlendim. Kızdığımı belirten buyurgan bir sesle “Alsana muzunu” dedim. Suçlu gibi boynunu büküp “Peki” dedi. Muz tezgâhına doğru döndü. İçime bir kurt düşmüştü. Birkaç adım sonra dönüp muz alıp almadığına bakmak istedim. Yoktu. Sağa sola baktım. Kuş olup uçmuştu. Acaba parayla muz yerine ekmek mi alacak diye düşündüm.
Son alacaklarımı alıp pazardan çıktım. Düldül’e atladığım gibi evin kapısında aldım soluğu. Hazırlanıp çıkmak için zaman daralıyordu. Müdür yardımcımız “Erken gelin, yemekten önce oyun oynarız” demişti. Aldıklarımı arabada bırakıp eve çıktım. Kıyafetlerimi çıkarıp duşa girecektim ki cüzdanımın olmadığını gördüm. “Allah kahretsin” diye bir çığlık attım. Cüzdanda taş çatlasa dört yüz lira kadar vardı. Ne ben batardım o parayla ne ç/alan zenginleşirdi. Canımı yakan; nüfus cüzdanı, ehliyet, iki kredi kartı, iki bankamatik kartı, bir meslek tanıtma kartı, vesikalık fotoğrafların da birlikte gitmesiydi. Ben yüklüce bir alışveriş yapıp kadına vermeyi düşünürken ve bunu yapmadığım için vicdan azabı çekerken o benim iyi niyetimi suiistimal edip önce cüzdanımın yerini öğrenmiş, sonra da çarpmıştı beni.
Çıldırmış gibi fırladım evden. Pazara gidecek, kadına haddini bildirecektim. Zabıtayı ayağa kaldıracaktım. Pazar esnafının dikkatini çekecek, alışveriş yapan vatandaşları tetikte olmaları konusunda uyaracaktım. İçim içimi yiyordu. “Bunlar tek çalışmazlar, kesin çetedir”, “Önce kadın cüzdanın yerini öğrendi, bir başkası da oradan vurdu beni”, “Mutlaka başkalarını da çarpmışlardır”, “Acıma, acınacak hale gelirsin”, “Suç örgütü bunlar, suç örgütü”… Kafamda böyle bir sürü yargı/yorum dönüp dururken pazar yerine varmıştım. Kar yağışı sürüyordu. Ağaçlar, çatılar yavaş yavaş beyaz örtüyle kaplanmaya başlamıştı.
Düldül’ü zar zor bir yere sıkıştırdım. Mermi gibi araçtan fırladım. Kadın beni muz tezgâhının başında bekliyormuş gibi oraya doğru yöneldim. Soğuk hava aklımı biraz başıma getirmişti. Durumum gülünçtü. Cüzdan çalan biri pazarda ‘Beni yakalasınlar’ diye bekler miydi? Ancak ok yaydan çıkmıştı. Kendimi rahatlatmak için bile olsa umarsızca ilerliyordum. Son alışveriş yaptığım pazarcının yanından geçerken göz göze geldik. Hiç olmayacağını bile bile en küçük bir umut kırıntısı olmaksızın “Ben az önce elma almıştım buradan, benim cüzd…” demeye kalmadı. Pazarcı arka cebinden çıkardığı cüzdanımı burnuma doğru uzatmaz mı? “Valla tezgâhta görür görmez aldım, cebime koydum, beyim. İçine bak, eksik bir şeyin neyin var mı?” dedi. Teşekkür edip cüzdanı aldım ve içine bakmadan cebime koydum. Demek ki son alışverişte dalgınlıkla cüzdanı orada bırakmıştım.
Sevincim üzüntüme karıştı. O kadın hakkında sonradan düşündüklerim için çok utandım. O kadını bulmalıydım. Çocukları için sıkı bir alışveriş yapmalı ve kadını yüküyle birlikte evinin kapısına kadar götürmeliydim. İçeri girip çocuklarına sarılmalı, onları bir muzdan mahrum eden bu acımasız dünya adına onlardan özür dilemeliydim. Pazarı dört döndüm, kadını bulamadım. Yer yarılmış, kadın içine girmiş, buhar olup havaya karışmıştı.
Her şey anlamsızdı artık. Yaşamım boyunca ilk kez bir yılbaşı kutlamasını gece saat onda noktaladım. Ne havai fişek gösterisini bekleyebildim ne TV kanallarının özel programlarını. İçmeden sarhoş olmuştum. Arkadaşlardan izin isteyip ayrıldım. Yediğim içtiğim zehir olmuştu, tabağımdaki o çok sevdiğim muza ise elimi bile sürememiştim…