MEĞER NE ÇOK SEVMİŞİM SENİ
-ADANA-
Gün ışığı, Anadolu yakasında dört gündür konuk olduğum bu dairenin küçücük odasında çevreyi kuşatan binaların arasından kıvrılıp, penceredeki tülden süzülerek geçip içeriyi aydınlatmaya başlamıştı. İnsanın içini ürperten tatlı bir esinti, beraberindeki taze havayı odaya dolduruyordu. Van Gogh’un ‘Arles’teki yatak odasından çok daha fakir bu odadaki tek kişilik bir yatakla etajerden oluşan mobilya üzerinde oynaşarak göz yanılsamaları yaratan günün ilk ışıklarını boş gözlerle izledikten sonra bir süre evdeki sessizliği dinledim. İçeriye derin bir ölüm sessizliği egemendi. Dışarda da günlük yaşam mücadelesine başlamış birkaç şaşkın kuşun cıvıldaşmaları dışında ses seda yoktu. Ekmek parasını gece karanlığından toplayanlar evlerine çoktan dönmüşlerdi. Semtteki dört günlük deneyimime dayanarak söyleyebilirim ki bir saate kalmadan gürültücü motoruyla yokuşun başından çıkacak olan çöp arabası, doğu-batı istikametinde kıvrılarak uzayan sokağa yaşam aşılayacaktı. Su servis eden araçlar, seyyar satıcılar, katı atık toplayıcısı göçmenler, bir köşede pusuya yatmışçasına çöp kamyonunun ardı sıra sokağı panayır yerine çevirecek, işe ya da okula gitmek üzere evlerinden fırlayanlar da peşi sıra şenliğe katılacaklardı.
Mutlaka gelmesi gerektiğini düşündüğüm ileti gelmediği için bir süredir gergindim. Ev sahibinin, evdeki yaşamı başlatacak kıpırtılarını beklerken telefondaki sanal dünyaya dalmayı tercih ettim. Amacım sanal dünyada gezinmek değil, dört gündür dört gözle beklediğim iletiyi görebilmekti. Sosyal medyada Eskişehir’den ayrılmadan önce yola çıkacağımı, sonra da aşama aşama yola çıktığımı ve İstanbul’a ulaştığımı bildiren paylaşımlarla eski bir arkadaşa gereken mesajı verdiğimi düşünüyordum. Avrupa yakasında yaşayan küllenmiş aşkın kahramanı kendisine yönelik imalı iletilerimi görmüş olmalıydı.
Sosyal medya hesaplarımda gezindikçe gördüm ki hâlâ beklediğim ileti gelmemişti. Bir süredir sanal dünyada dostça iletişim halinde olduğum o eski arkadaş, benim hiçbir talebim ve beklentim yokken bir mesajında, “Yolun düşerse mutlaka görüşelim” demişti. İçimde küllenen kor’u alevlendirmiş, ben de onca yılın deneyimine karşın –deneyim yediğiniz kazıkların bileşkesidir– burada görüşebileceğimi ummuştum. Ben İstanbul’a geleceğimi duyurduktan sonra o ‘eski dost’ ne yazık ki sırra kadem basmıştı. Kendimce bir taktik uyguladım ve “Eskişehir’e dönüyorum” diye bir paylaşım yaptım. Birkaç dakika sonra bir ileti düştü ekrana.
“Günaydın, neredesin?”
Günlerdir beklediğim ileti gelmişti gelmesine ama içtenliğinden kuşkuluydum. Bu ileti, “Neredesin, görüşelim” gibi değildi. “Neden şimdiye kadar aramadı, mesaj atmadı, döneceğimi bildiren paylaşımdan sonra bana ulaştı ki” diye düşündüm. Sanırım, nasıl olsa dönüyordum, artık onunla görüşme olasılığı ortadan kalkmıştı, bağlantı kurabilirdi. İncinmiştim.
“Günaydın, Venedik’teyim” deyip bir kahkaha emojisi ekledim. Sonra dayanamayıp “Nerede olacak, İstanbul’dayım” yazdım.
“Yaa, neden aramadın? Bir yerde otururduk” deyince içimden çok kızdım. Bilmiyor olması olanaksızdı. Her gün paylaşımlarımızı takip edip duruyorduk. Ta ki İstanbul’a gideceğimi yazana kadar…
“Fatoş! Lütfen, burada olduğumu bilmediğini söyleme, inanmam” yazınca ekranım kahkaha emojileriyle doldu.
“Evet, biliyordum burada olduğunu. Aramanı beklerdim. Önceliklerin nedeniyle aramadığını düşündüm. Daha önemli işlerin vardı, sanırım. Arasaydın bir kahve ısmarlardım.”
Şimdi olayın rengi değişmişti. Aramamakla, mesaj atmamakla hata mı yapmıştım?
“Ben gerekli imaları yaptım, senin aramanı bekliyordum. Zaten benim gitme zamanım da bana bağlı, iki-üç gün daha oyalanabilirim.”
Böylece görüşebilme olanağı yarattığımı düşünüyordum. Sözleriyle beklentilerimi boşa çıkardı.
“Bir dahaki sefere görüşürüz o zaman.”
Sıcak kumlardan serin sulara dalmışçasına bir etki yaptı sözleri. Bu, “Sen iki-üç gün buralarda oyalanacak olsan da kusura bakma görüşemeyeceğiz” anlamına geliyordu. Bir kez daha kırıldım. Kısa kestim. Kuyruğu dik tutmalıydım. Her zaman yaptığım gibi…
“Tamam, görüşürüz, hoşça kal.”
“Sana iyi yolculuklar.”
Yanıt yazmaya elim varmadı. Göz pınarımdan süzülen dolgun bir damla yaş iç direncime karşın yerçekimine direnemeyip aşağıya, telefonun üzerine doğru akarken açılan kapıdan kafasını uzatan yeğenim, “Amcacığım, uyandın mı?” dedi.
Yazılanlara öyle odaklanmıştım ki yeğenimin uyandığını fark edememiştim. Gözlerimi gizlemeye çalışarak ve yeni uyanmış gibi yaparak, “Şimdi uyandım. Kalkıp lavaboya gidecektim ben de. Müsait mi?”
“Müsait, müsait… Amca, ne oldu, ağlıyor musun?”
“Yok be oğlum, yengenle beş yıl önce hastanede yatarken çektirdiğimiz son fotoğrafımıza bakıyordum. Hüzünlendim biraz…”
Kararımı vermiştim. Bir an önce Eskişehir’e dönecektim. Dört saat sonra evimde olurdum. Kalkıp lavaboya geçtim. Kahvaltı bile yapmayacaktım. Hemen yatağımı topladım. Valizim neredeyse hazırda bekliyordu. Birkaç parça eşyamı da tıkıştırdım, fermuarı çektim.
“Emre! Ben memlekete dönüyorum.”
Emre elimdeki valize yapıştı.
“Amca, hani perşembeye kadar kalacaktın. Neden fikrini değiştirdin? Asla bırakmam.”
“Yapacaklarımı yaptım, hava da çok sıcak, bu sıcakta gezilmiyor zaten. Havalar serinleyince gezmeye gelirim, söz.”
“Odunpazarı’nı mı özledin yoksa…”
“Valla özlemedim dersem yalan olur. Hem yolcu yolunda gerek.”
“Bir şartla bırakırım, gene geleceksin. Bir de kahvaltı yapmadan gidemezsin.”
“Sen bana peynirli domatlı bir sandviç yap. Ayaküstü yer, çıkarım.”
Ne kadar kararlı olduğumu iyi bilir. İkiletmedi. Sandviç beş dakika sonra hazırdı. Atıştırıp çıktık. Araç başında vedalaştık. Sarıldık birbirimize. Ağabeyimin aileye bir armağanıydı Emre. Sarmaş dolaş bir süre kaldık, onun gibi kokuyordu. Gözlerim doldu. Arabaya atlayıp yola koyuldum. Dikiz aynasından el sallıyordu. Selektörle yanıt verdim.
Tahmin ettiğim gibi dört saatten biraz fazla bir zamanda atadan dededen kalma evime varmıştım. Komşum olan kafeye uğrayıp çiğbörekle çay sipariş ettim. Yolda, yediğim kazığı düşünüp defalarca ağladığımdan gözlerimin şişi fark edilmesin diye güneş gözlükleriyle oturuyordum. Kafe sahibi arkadaşım bir-iki dakika yanıma uğrayıp “Hoş geldin” muhabbeti etti. Çok yorgun olduğumu söyleyip sohbeti uzatmasına engel oldum. Telefonu çıkardım. İstemeden Fatoş’un sosyal medya paylaşımlarına gitti elim. Garson servis açıyordu. Yarım saat önce sayfasına, çok yakın bir arkadaşının iletisi düşmüş, altında da kısacık sürede iki yüz yorum yapılmıştı. Gözlerim karardı, başım döndü, kendimden beklemediğim bir çığlık attım. Ayağa fırlarken garsonun elindekileri yerlere saçtım. Fatoş ölmüştü…
Biri şaka yapıyor olmalıydı; ama değildi. “Sevgili arkadaşım, kardeşim Fatoş’u elim bir kaza sonucu yitirdik. Allah rahmet eylesin. Sevenlerinin başı sağ olsun.”
Yapılan yorumlar zihin ekranımda kayıyordu.
“Ölüm sana yakışmadı.”
“Nur içinde yat.”
“Ruhun şad, mekânın cennet olsun.”
“Sevenlerinin başı sağ olsun.”
“Canım arkadaşım, yattığın yerde rahat et.”
“Fatoş’um, ruhun huzur bulsun.”
“Toprağın bol olsun, Fatoş.”
“Daha sabah birlikteydik, inanamıyorum, mekânın cennet, kabrin nur olsun…”
Emojiler, yorumlar, yorumlar, yorumlar…
Kafeyi terk ettim. Ensemdeki gözleri hissediyordum. Sokaklara vurdum kendimi. Artık hıçkırıklar yerine sesli sesli etrafı hiçe sayarak böğüre böğüre ağlıyordum. Yürüdükçe çevredeki meraklı başlar bana dönüyor, durumu anlamaya çalışıyordu.
Ah be, Fatoş. Ne kadar çok sevenin varmış. Şimdi anlıyordum ki –kendime bile itiraf edemediğim– ben de meğer ne çok sevmişim seni…