EDEBİYAT 

İDA’YA YOLCULUK

Sabırsız bir ifadeyle saatine baktı. Sigarasını ivecen hareketlerle küllüğün içinde ezdi. Amasra işi şimşir ağacından derin küllük ağzına kadar dolmuştu. Boş olsaydı konkav tabanındaki parlak cilanın yerini alan kararmış çizikler çok rahat görülecekti.

Pencereye yaklaştı. Desenleri solmuş, kesif sigara kokulu, yer yer çıngı delikleriyle defolu perdeyi bütünüyle açmadan, eliyle hafifçe çekerek dışarıya baktı. Pencerenin kirli camlarından sokağın başına kadar olan kısmı çok rahat görebiliyordu. Gözleri daldı. İnceden bir yağmur başlamıştı. Bir kez daha saatine baktı. Yalnızca dört beş dakikası kalmıştı.

Hızlıca ahşap merdivenlere yöneldi. Çabucak basamakları tüketti. Acıyla inleyen ahşap basamakları tınmadı. Kanatlı ahşap kapının yanındaki elli yıllık portmantodan trençkotunu ve kaşkolünü aldı. Boynuna dolayıverdiği kaşkolün bir ucu alelacele giydiği trençkotunun yakasının altında kaldı. Eliyle çekiştirerek düzeltti. Sırı dökülmüş aynaya hızlıca bir bakış attı. Fena görünmüyordu. Alışkanlığa dönüşen mekanik hareketlerle anahtarını ve şemsiyesini aldı.

Zemin katın mutfak tarafında oyalanan pejmürde kılıklı yaşlı kadın, çatlak bir sesle arkasından, “Orhan Bey Oğlum, akşam yemeğine gelecek misin?” diye bağırdı. Yanıtlamadı soruyu.

Kapıyı açıp kendini dışarı attı. Yağmur kısa sürede sokağı bir iyice ıslatmış, kenardaki minik şevlerde küçük dereler oluşturmuştu. Birkaç aceleci siluet, dar kaldırımlardan saçakları siper ederek iki farklı yönde uzaklaştı. Sokağın yokuş tarafına doğru yöneldi. Şemsiyesi açık olduğu halde saçak altlarını tercih ederek ve minik kraterlerde biriken gölcüklerden seke seke geçerek yokuşu tırmandı.

Yokuşun sonuna geldiğinde kısa bir süre durdu. Her iki yöne de sakince baktı. Çıktığı sokak biraz daha büyükçe bir sokakla kesişiyordu. Davranışlarında nereye gideceğini kestiremeyen insanların kararsız tavrı vardı. Oysa nereye doğru gideceğini çok iyi biliyordu.

Aniden yolun karşısına geçiverdi. Birbiriyle doksan derece açıyla yolun içine doğru itilmiş gibi duran iki çöp kovasının yanından kayıtsızca geçti. Şehir merkezi yönünde yüz metre kadar yürüdü. İki üç yüz yıllık çınar ağacının ön tarafında renkleri iyice solmuş, okunması güç durak tabelasının yanında durdu. Belediye şoförleri tabelayı gördüklerinden değil, çınar ağacına alıştıklarından dolayı duruyorlardı bu durakta.

Bu sokak toplu taşıma araçlarının kullandığı bir yoldu. Düzenli olarak beş altı dakikada bir minibüs veya otobüsün aşağı yukarı gidip geldiği trafiği hareketli bir yol. Beklediği araç, şehir merkezinden başlayarak pek çok mahalleyi, sokağı dolanıp yukarı mahallelere yine dolana dolana gidecek olan 71/B tabela numaralı belediye otobüsüydü.

Bu semte her zaman en eski otobüsler denk geliyordu. Küçücük kasislerde bile bütün cıvataları, somunları, camları, kapıları, tuhaf bir iç paralayıcılıkla zangır zangır titreme nöbetleri geçiren, eski fakat bakımları ihmal edilmediği için düzenli olarak seyirde kalan ve kolay kolay rötar yapmayan emektar otobüsler. O da buna güvenip saatine bir kez daha baktı. Saniyeler sonra sağ ilerisinde avını sindirmeye çalışan bir piton yılanı gibi sakince kıvrılan virajdan beklediği 71/B tabelalı otobüs görünecekti.

O sayılı saniyeler geçmeyi bilmedi. Kısacık zaman diliminde üç dört kez saatini kontrol etti. Saat arızalanmış olmalıydı. Geçmiyordu işte, geçmiyordu. Pitonun üzerinde birden yağmur sularını pulverize ederek yaklaşan otobüs görünüverdi. Beklemediği bir biçimde heyecanlandı. Ancak çabucak toparlanarak kendini yatıştırmasını bildi. Heyecanını dizginledi.

Yolun karşısında, renkleri solmuş durak tabelasının hizasında saniyeler içinde gelip duran otobüsün yaşlı homurtusu sokağı doldurdu. İçinden birkaç kişi iniyor ancak camların buğusundan kimlerin indiği pek seçilemiyordu. Otobüs, tekerleklerine tutunan yağmur sularını sıçratarak, homurdanarak ve titreyerek uzaklaşırken inenler de ortaya çıkmıştı. Yaşlı bir kadın ile gelini ve torunu olma olasılığı çok yüksek üç kişiden başka kimse yoktu.

Eski kıyafetlerindeki soluk desenlerden, boyasız eski ayakkabılardan ve ellerindeki ucuz birkaç alışveriş çantasından da anlaşılacağı gibi yoksullukları ilk göze çarpan şeydi. Şemsiyeleri de yoktu. Yaşlıca olan kadın, yılların iskeletinde yarattığı deformasyona inat dik duruşuyla yeldirmesini başına çekerek önden yürümeye başladı. Sol elinde çantaları, sağ elinde sıkı sıkıya tuttuğu ufaklığın eli, başını iki omuzu arasına gömerek ufaldıkça ufalan genç kadın da arkasından seğirtti.

Otobüsten inenler on beş-yirmi metre gitmiş-gitmemişti ki yağmur dindi. Beklediği her kimse o, inmemişti veya otobüse hiç binmemişti. Belki de çarşıda bir yerde inmişti. Bütün bu düşünceler, saniyenin onda biri kadar kısa bir sürede aklından geçivermişti. Hangi olasılık olursa olsun durum hiç de hoş değildi. Hatta durum tek kelimeyle vahimdi.

Orhan, o gece şehri terk edecekti. Beklediği de uzun zamandır rutinini ezberlediği Mihriban’dan başkası değildi. Kısılıp kaldığını düşündüğü bu kentten bir an önce ayrılacak ve bunu yaparken de kendisine karşı ilgisinden ve sevgisinden artık kuşku duymadığı Mihriban’ı da yanında götürecekti.

Aslında yaklaşık iki aydır iç dünyasında kendisiyle çatışıp durmuştu. Bu son gecesinde uyku tutmamış, sabaha karşı kafasında her şey netleşmişti. Gün içerisinde yıllardır pansiyoner olarak kaldığı bu ev ve düzenli olmakla birlikte çok az maaş aldığı işiyle olan resmi ilişkisini bitirmişti. Geriye bir tek şey kalıyordu: Mihriban’a durumu açmak. Kabul ederse de yanında Mihriban’la memleketine dönmek.

Mihriban’ın o otobüsle geleceğinden o kadar emindi ki… Yanılmıştı. Dönüş saatini ezber ettiği Mihriban, rutinini bozmuştu. Aylardır bir gün bile aksatmadığı dönüş rutini bugün aksamıştı işte. Başı kesilip ortalığa bırakılmış tavuk gibi sağa sola amaçsızca birkaç adım atıp durdu. İçi içini yiyordu. Mihriban, bir olasılık Orhan’ı boğan bu şehri terk etmeye yanaşmayacak ve o da tek başına memleketine dönecekti. Fakat Orhan bu olasılığı hiç düşünmek istemediği için şimdi hezeyan içindeydi.

Ne yapmalıydı? Bir türlü karar veremiyordu. Pansiyona gidip valizini almalı, sonra da çekip gitmeli miydi? Yoksa ne yapıp etmeli, Mihriban’ı görmeli ve onu da götürmeye çalışmalı mıydı? Neden son ana kadar beklemişti? Kendini affetmiyordu. O sırada bir polis aracı hızla sokaklarına doğru döndü ve yokuş aşağı ilerlemeye başladı. Bir an arka koltukta Mihriban’ı gördüğünü sandı.

İçini bir kurt kemirmeye başladı. O muydu? Yoksa benzetmiş miydi? Polis arabasında ne işi olabilirdi ki? Sorular beyninin kıvrımlarında ses hızıyla dönüyordu. Büyük adımlarla hemen sokağa yöneldi. Polis aracı Mihriban’ın evinin önünde durdu. Artık kuşku duymuyordu. Gördüğü oydu. Önce adımları sıklaştı, sonra koşmaya başladı. Mihriban araçtan inip kapıyı açmak üzere eve yöneldiğinde araç da seri bir dönüşle gerisin geri yokuşu tırmanmaya başladı.

Orhan bir yandan eve doğru koşuyor, bir yandan da yanından geçen araçtakilerin kim olduğunu anlayabilecekmiş gibi araçtaki iki polise bakıyordu. Mihriban eve girmiş, ama kapıyı henüz kapatamamıştı ki Orhan yetişti. Soluk soluğaydı. Kapıya elini dayayarak kapanmasına engel olunca Mihriban’la göz göze geldi. Mihriban’ın hareli yeşil gözleri soluk soluğa kalan Orhan’ın önce gözlerinde şimşekler çakmasına, sonra yüreğinde patlamalara neden oldu. Heyecandan konuşamıyordu. Sesli sesli nefes alıyor, bir türlü sözler ağzından çıkmıyordu.

Kapıda onun bu şaşkın haline tebessümle bakan Mihriban, neden sonra bir bardak su kapıp getirdi. Bu arada Orhan biraz kendine gelmişti. Suyu içtikten sonra konunun önemine binaen bir şeyler içmeyi teklif etti. Mihriban zaten tam olarak girmediği evden anahtarlarını alıp çıktı. Tekrar yokuşu tırmanıp durağın elli metre ilerisindeki kafeye oturdular.

Orhan uzun süre suskun kaldıktan sonra kafasında kurguladığı sözleri bir bir döküverdi ağzından. Mihriban kendisini bu denli seven ve yaşamında bu denli radikal bir karar vermesini bekleyen Orhan’a sessiz kalarak yanıt verdi. Hiçbir şey söyleyemedi.

Orhan, hemen kabul edeceğini düşündüğünden kısa bir hayal kırıklığı yaşadı. Sözü tükenmişti. Sustular. Mihriban’ın bir süre sonra gözleri bulutlandı. Hıçkırıklara boğuldu. Orhan şaşkınlık ve çaresizlik içinde onu izliyordu. Mihriban ağladı, ağladı, ağladı. Hiç durmayacak gibi ağladı. Ne kadar zaman geçti, ikisi de bilmiyordu. Göz pınarları kurudu. Kıpkırmızı oldu gözleri, burnu akıyordu, sesi çatallaşmıştı. Orhan suskun bekledi durdu. Mihriban durdu. Durdular. Zaman akıyordu. Mihriban sessizliği ilk bozan taraf oldu.

– Bu konuşmayı dün yapmış olsaydık, bugün ihtimaldir ki Çanakkale’de olurduk. Ama artık benim buradan ayrılmam mümkün değil.

– Neden? Bir günde fikrini bu kadar değiştiren ne olabilir ki?

– Polis arabasında eve gelmiş olmam tuhaf değil mi? Şaşırmadın mı?

– Evet, merak ediyorum; ama konuşacaklarımızı öncelediğim için ona sıra gelmedi.

– Orhan, ben iki hafta önce çarşıda düştüm. Durduk yerde. Ne olduğunu hatırlamıyorum. Almış götürmüşler. Tomo, MR, USG vs. akşama kadar yapılmayan test, çekilmeyen film kalmadı. (Gülümser) Film çevirdim anlayacağın.

Orhan gülemez. Merakı artmıştır. Söz nereye bağlanacaktır?

– Eeee!

– Kanser şüphesiyle biyopsi yapılmıştı. Bugün biyopsi sonucunu almaya gittim. Sonuç pozitif.

– Pozitif iyi bir şey, değil mi?

– Pozitif, tümör kötü huylu demekmiş, kanser olduğumu, en iyi ihtimalle de altı ay ömrüm kaldığını söylediler. O yüzden ben seninle gelemem, gelmem Orhan.

Orhan duydukları karşısında üzüntüden küçülmüştür. Çaresizlik içinde kıvranır. Ne diyeceğini bilemez. Susar. Mihriban yavaşça kalkar. Orhan da kalkar yavaşça, kasaya gider, hesabı öder. Mihriban kafenin kapısında bekler. Çıkarlar. Eve doğru yürürler. Orhan midesine sıkı bir yumruk yemiş gibidir. Ağızlarını bıçak açmaz. Yolun yarısından çoğunu böyle kat ederler.

Orhan düşüncelerinden sıyrılır. Eli yavaşça Mihriban’ın eline gider. Temas gerçekleştiğinde Mihriban çekmez elini. Elleri birbirine kenetlenir. Mihriban birden kendine gelir ve elini çekiverir.

– Yapma Orhan!

– Hastalığın umurumda bile değil. Ben sensiz dönmeyeceğim Çanakkale’ye.

– Hayır. Orhan buna hakkım yok.

– Kararım kesin, sensiz asla gitmem. Bizim oralar dünyanın en temiz havasına suyuna sahip. İda Dağı sana şifa olacak. Kaç gün ömrün varsa razıyım, sensiz bir ömür düşünmüyorum.

– Beni gerçekten seviyorsan çek git. Benim buradan ayrılmam olanaksız. Zaten kemoterapiye başlayacaklar. Sen git. Önünde kocaman bir ömür var. Lütfen!

– Asla! Seni almadan şuradan şuraya gitmeyeceğim…

– O zaman bana yarın sabaha kadar izin ver. Yarın kararın değişmezse söz, seninle geleceğim. Bensiz gidersen de çok mutlu olacağımı bil. Dilerim sabah fikrin değişir ve çekip gidersin. Bu ikimiz için de en hayırlısı.

– Söz, sabaha kadar fikrim değişirse, sana görünmeden çekip gideceğim.

Konuşa konuşa eve çoktan varmışlardı. Ayrıldılar. Orhan, bir günlük oda bedelini ödedi. Pansiyoncu şaşırdı gitmediğine, bir şey sormadı. Orhan da hiçbir açıklama yapmadan, karmakarışık duygularla odasına gitti. Odasına dokunulmamıştı. Yatağa kıyafetlerini bile değiştirmeden girdi.

O gece ikisini de uyku tutmadı. Orhan, sabah erkenden Mihriban’ın evine gitti. Mihriban, geleceğinden eminmiş gibi hazırdı. Hemen çıktılar. Doğru otogara gittiler. Orhan, tam on iki yıl sonra memleketine dönüyordu. Hem yeni bir yaşam kurmanın heyecanı, hem memleketine duyduğu özlemle yüreği pırpır ediyordu.

Otogarda bir şeyler atıştırıp ilk otobüse bindiler. Yan yanaydılar, mutluluktan uçuyorlardı. Bir yandan anın tadını çıkarıyorlar, bir yandan da otobüsün tekerlekleri altında bir nehir gibi akan yol çizgilerini izliyorlardı. Mihriban hastalığını unutmuştu. Yeniden doğmuş gibiydi.

Otobüs yolda iki kez ihtiyaç, bir kez de yakıt ikmali için durdu. Otobüsleri Çanakkale’ye yaklaştıkça Orhan’ın şaşkınlığı artmaya başladı. On iki yıl önce sakin ve yemyeşil bıraktığı memleketinin kıyıları talan edilmiş, beton yığınına boğulmuştu. Her yer insan kaynıyordu. O güzelim İda Dağı’nda da manzara pek iç açıcı değildi. Memleketini tanıyamıyordu. Mihriban yalan söylediğini düşünecekti.

Mihriban, Orhan’ın omuzuna yasladığı başı ve dudaklarındaki masum gülümsemesiyle, bir peri kızı gibi uyuyakalmıştı. Saçları omuzlarından göğsüne doğru dökülüyordu. Uyandırmamaya özen göstererek o güzelim saçları okşamak geçti içinden. Vazgeçti. Memleketi için canı çok sıkılmıştı ama sevdiceği yanındaydı. Yalnız vatanına değil, çocukluğuna da yolculuk yapıyordu. Mutluydu. Hem de çok…

Bir ara eli eline değdi Mihriban’ın, pencere açık olduğundan soğumuştu eli. Yavaşça üzerine hırkasını örttü. Ellerini içine alacak şekilde hırkayı düzeltirken eli bu kez güzel yüzüne temas etti. Yüzü de soğumuştu. Elinin içiyle Mihriban’ın yanağını okşadı incitmeden. Buz gibiydi. Başı diğer yöne düşüverdi. Mihriban, Orhan’ın memleketiyle ilgili yalan söylediğini düşünemeyecekti…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar