HALAM ENİKLEDİ, ANNEM PANİKLEDİ
-ADANA-
Yağmur geceden beri hızını hiç kesmeden aralıksız yağıyordu. Kent içi ara sokaklara mutlak bir ıssızlık egemendi. Yazın ilk günleri yaşanıyor olsa da hava hâlâ ısınmamıştı. Soğuğu kırmaya programlanan klimalar bir süredir çekilmiş olduğu inziva uykusundan uyandırılmış, evleri ısıtıyordu. Elimde dumanı tüten çay fincanı, pencere önüne yerleştirdiğimiz iki sandalyeli oturma ünitesinin olduğu yerden ayakta durup dışarıyı izliyordum. Böyle havalarda oldum olası, yağmurda yürümek romantikliğindense sıcak bir mekânda bulunup dışarıda akan yaşamı izlemeyi daha ilgi çekici bulmuşumdur. Yağmurda ıslak sokakları arşınlayan aptal âşıklara da hem acırım hem de gülerim.
Sokağın ıssızlığını pencereden ne kadar süreyle izledim, farkında değildim. Fincandaki çayı yarılamıştım ki ıssızlığın içinden bir karaltı görüş açıma girdi. Bu durağan ve sıkıcı ortamda bakışlarımın üzerine odaklandığını söylemem yersiz olur sanırım. Bir kedi yağan yağmura aldırış etmeden dar kaldırımların kuytuluklarına sinerek ilerliyordu. Tüm çabasına ve dikkatine karşın kirli tüyleri ıslanmış, ağırlaşmıştı. Arada duruyor, üzerindeki yağmur damlalarından kurtulmak için tüylerini kabartmaya çalışarak silkiniyor, binlerce su zerresini çevreye püskürtüyor, kısmen rahatlıyor ve bulacağı nevalenin hayaliyle duvar diplerinden yoluna devam ediyordu. Kedinin bu durumu bir anda beni otuz yıl önceye götürdü.
Çocukluk anılarım arasındaki ilk fotoğraf karesinde, soğuk ve yağmurlu bir gün büyük bir avlu içerisindeki bir evin ikinci katındaki on beş – yirmi metrekarelik bir oda vardı. Çocukluğum, güney kasabalarından birinin bir kenar mahallesinde geçmişti. Biz bu güney kasabasında iki kardeş, dedem, babaannem, annem ve babamla birlikte yaşıyorduk. Çekirdek aile kavramının olmadığı, kasabadaki hemen bütün evlerde geniş ailelerin yaşadığı yıllardı. Altı kişilik kalabalık ailemiz, çevremizdeki on iki – on üç kişilik komşu aileler arasında küçük bile kalıyordu. Bitişik avludaki komşu evde ortanca halam Esin ile eşi Necmi’nin kulübeden hallice evi vardı. İşte böyle yağmurlu bir yaz gününde evimizin taş merdiveni dibindeki korunaklı kısımda ablam Ayşe’yle saklambaç oynuyorduk. Ayşe Abla’m, çığlık atarak merdiven altındaki odunluğa, odunların arasına bir kedinin girdiğini söyledi. Avluyu toparlamakla meşgul olan annem bunu duyunca Ayşe’ye, “Dokundun mu? Dokunmasaydın. Uzak dursaydın” uyarısı yaparak bizi uzak tutup merdivenin altına seğirtti. Girmesiyle çıkması da bir oldu.
“Kedi odunluğa gunnamış. Altı eniği olmuş. Siz yaklaşmayın, anaç kedi yavuz olur, cırmalar” dedi.
Güç bela anımsadığım o dört-beş yaş anısında, “kunnamak” ve “enik” sözcüklerini ilk kez duyduğum halde annemin yerel ağızla söylediklerini anlayabilmiştim. Bir gün önce babamın ortanca kız kardeşi de kunnamıştı. Ona öyle dememişlerdi. “Kurtuldu” demişlerdi. “Allah analı babalı büyütsün”, “Gözün aydın”, “Hayırlı uğurlu olsun”, “Adıyla büyüsün”, “Geçmiş olsun” demişlerdi. Öyle demeseler de şimdi anlıyordum ki ortanca halam, Burak’ı düpedüz kunnamıştı. Bu durumda Burak da enik oluyordu. Esin Hala’m eniklemişti.
Küçücük ıslak, kirli ve çelimsiz kedicik altı enik yaparken, “gadana” gibi halam yapa yapa bir enik yapabilmişti. “Kadana” sözcüğünün anlamını da bilmiyordum ama annem onun iri yapılı, güçlü kuvvetli özelliğine vurgu amacıyla ve kızdığı zamanlarda arkasından kullanıyordu bu yakıştırmayı. Bir gün dayanamayıp babaanneme kadananın anlamını sordum. Zaten çok soru sorardım ve sorularım herkesi bıktırdığı halde babaannem bıkmadan usanmadan ve bazen aynı şeyleri defalarca tekrarlamış olsa da zevkle yanıtlardı. Bu durumda halamı iri bir at cinsine benzetiyordu annem.
Burak’ın doğumundan bir gün sonra komşumuz Rabia Teyze bize oturmaya geldi. Babaannemle dedem doğum yapan Esin Halamlardaydılar. Yaşamımın ilk aşkı, benden on beş yaş büyük kızı, lepiska saçlı yeşil gözlü Zeynep Abla da gelir diye umut etmiştim ama Zeynep evde üniversite sınavına hazırlandığı için yanında değildi, Rabia Teyze tek gelmişti. Zeynep bize geldiği zamanlarda Ayşe Abla’mdan çok benimle ilgilenir, kucağına oturtur, “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusunu belki ellinci kez sorar, ben de havalara girip kubararak ellinci kez “Yüksek mimar, müyendiz olacam” diye yanıtlar, kocaman limon kolonyası kokulu bir öpücükle mest olurdum. İlgisinin sürmesi için konuşmalarının arasında şirinlikler yalakalıklar yapar, gitmeden önce birkaç kez daha bana yoğunlaşmasını veya beni öpmesini sağlamaya çalışırdım.
Zeynep Abla’ya olan aşkımdan mı bilmem komşularımız arasında en çok sevdiğim Rabia Teyze’ydi. Hiçbir komşumuzun yanında oturmayan ben, o geldiğinde dizinin dibinden ayrılmak istemezdim. Ağzından çıkacak sözcüklerden “Zeynep”i damıtmak, onun adı geçen konulara kulak kabartmak bambaşka bir keyifti. Rabia Teyze bize geldiğinde babaannem evde yoksa hep başköşeye oturtulduğu halde ayakta, annemin yer göstermesini bekler, o yer göstermedikçe, buyur etmedikçe ayakta bekler, annemin gösterdiği yere zarifçe otururdu. Saray terbiyesi almış gibi ölçülü ve saygılı tavırlarıyla diğer komşulardan çok farklı bir yeri vardı. Birçok komşu kapıyı çalmadan girme cüretini gösterdiği yetmezmiş gibi yer gösterilmesini beklemeden ve aile büyüklerinin varlığına aldırmadan başköşeye kurulma hadsizliğinde bulunurken, onun davranışları ailece hepimizde saygı uyandırırdı. Rabia Teyze gösterilen yere oturur oturmaz daha ağzını açamadan biraz da kendimi göstermek için, “Rabia Teyze, biliyor musun? Kadana halam enikledi” deyiverdim. Kadıncağızın yüzündeki ifade hâlâ gözlerimin önünden gitmez. Ağzımdan çıkanları duyan annem panikledi. Yıldırım hızıyla beni kucakladığı gibi odanın dışına adeta fırlatması bir oldu. Yüzü kıpkırmızıydı. Pot kırdığımı anlamıştım ancak atılan ok, sarf edilen söz geri alınamıyor. Ben de ne yaptığımı tam olarak bilememekle beraber suçlanmıştım. Rabia Teyze gidene kadar ne içeri girebildim ne de tek kelime edebildim.
Kedilerle ilgilenme işini annem eline almıştı. Karton bir kutu içine hidrofil pamuktan yavrular için yatak yapmış, anne kedinin güvenini kazanmıştı. Odunlukta doğan yavruların babası olacak erkek kedi ortalarda yoktu. “Yuvayı dişi kuş yapar” sözü kediler için de geçerliydi. İri yarı ve gösterişli Esin Hala’mın yanında karikatür gibi kalan sinik, ufak tefek, sessiz biri olan –yüzü belleğimde yok– eniştem Necmi de, Burak’ın doğumundan üç gün sonra ortadan kayboldu. Bir daha da gören olmadı. Zarife –kediye biz öyle diyorduk– ile aynı kaderi paylaşan zavallı halam bir gün arayla doğum yaptığı kedicik kadar şanslı değildi. Zarife’nin altı yavrusunun altısı da yaşama tutunmuştu. Oysa Burak hidrosefali teşhisi konuktan sonra bir süre dirense de sonunda yenik düştü. Dedemin köyüne götürüp küçücük bir çukura defnetmişler. Konuşulanlardan öğrendim. Ölüm kavramıyla ilk tanışmamdı. Burak’ın defnedildiği gün evde çok sevdiğim kuru fasulye vardı. İlk lokma ağzımda büyüdükçe büyüdü. Yutamadım. Kusayazdım. O gün bugündür kuru fasulye yiyemem. Önce eşi ortadan kaybolan, sonra da ilk bebeğini yitiren Esin Hala’m hayata küstü ve bir daha asla normale dönemedi. Doktor doktor gezdi. Çare bulamadılar. Yakın akrabalar komşu köydeki yatıra bile götürdüler, çare olmadı. İki gözlü evinde Zarife’nin yavrularından başka bir şey yoktu. Ölünceye kadar inzivaya çekildiği evinde Zarife’nin soyundan gelen kedilerle günlerini geçirdi. Ne bir yere gitti ne birinin evine gelmesine izin verdi. Varsa yoksa kedileriydi. Bizim desteğimiz olmasa yemek bile yemeyecekti.
Esin Hala’mla bazen göz göze gelirdik. Mimiklerindeki belli belirsiz kıpırtıların donuk imgeyi gevşetmesiyle mütebessim bir ifadenin söyleyecekleri varmışçasına yüzüne yerleştiğini sezinlerdim. Gözlerimi odaklayıp, kulaklarımı dört açarak ağzından çıkacak sözcükleri bir süre merakla beklerdim. Boşuna… O sözcükler hiç çıkmadı ağzından. Genç sayılacak yaşta kaybettiğimiz son anına kadar sesini bir daha kimseler duyamadı. Ta ki yağmurlu bir günde son nefesini verirken tıslamayı andırır biçimde “Burak” sözcüğü ağzından dökülünceye kadar… Son nefesinde, yaşamını kökünden değiştiren, canından kanından biricik evladının adını söylemişti. Zarife’nin soyundan kedileri ise öleceğini hissetmiş olmalıydı ki görünürde hiçbiri yoktu. Buhar olup uçtular adeta. Defin sonrasında da ortalıkta görünmediler. Birileri “Mezarlıkta bir grup kedinin dolaştığını gördüm” dese de şehir efsanesi olarak kaldı, aileden hiç kimse tanık olmadı.
Şimdi ne zaman yağmurda ıslanmış bir kedi görsem, ne zaman bir kedinin yavruladığını duysam…