EDEBİYAT 

ELLİ YILLIK CAN PARASI

Umudumu yitirince, üç bin altı yüz ek gösterge beklentisiyle ertelediğim emekliliğime karar verdim ve mart ayı başında Milli Emlak Müdürlüğündeki memuriyetimden emekli oldum. Hemen sonra Covid-19 belasının çıkmasıyla birlikte tüm vatandaşlarımız gibi bir süre evde hapsoldum. O günlerde oğlum Selçuk da Ankara’da arkadaşlarıyla paylaştığı evinde mahsur kalmıştı. Ortam durulunca memlekete gelmesini söyledim, gelmek istemedi. Ben de ekim ayından beri fırsat bulamadığım Ankara seyahatini gerçekleştirmek için otomobilimin bakımını yaptırdım ve bozkırın ortasındaki vaha Başkent’e doğru yola çıktım.

Birkaç yerinden çarpılmış olduğu için kaporta bütünlüğü bozulmuş olan eski püskü otomobilimin tekerlekleri, sıcaktan buğular yükselen asfalt zemin üzerinde kendine özgü sesler çıkararak dönüyor ve her bir tam dönüşünde menziline iki metre daha yaklaşıyordu. Uzun zamandır ilk kez oğlumu ve kaldığı evi görecek, arkadaşlarıyla tanışacaktım. İçimde ne heyecan ne sevinç vardı. Adını koyamadığım bir endişeyi kendimle birlikte Başkent’e taşıyordum. Oysa sık sık telefonla görüşüyorduk, bir sorun yoktu. Baba içgüdüsüydü belki de…

Selçuk, üniversitedeki üçüncü yılında tüm itirazlarıma karşın yurttan ayrılmış, Demetevler 361. Cadde’deki bir apartmanın dördüncü katındaki arkadaşlarının yanına çıkmıştı. Selçuk, benim itirazlarımın nedeninin ekonomik olduğunu düşünerek beni ikna etmeye çalışmış, “Merak etme, babacım, hesabımı yaptım, yurda göre ev en az yüzde 20 daha ucuza gelecek” demişti.

Oysa eve çıkmasının ekonomik boyutunu hiç düşünmemiştim. Arkadaşlarıyla geçinebilecek miydi? Okula saatinde gidebilecek miydi? Çünkü her biri farklı okul ya da bölümde okuyan altı kişi aynı evi paylaşacaktı. Komşuları öğrenci ve bekâr oldukları için sorun çıkarabilirdi. Kendine bakabilecek miydi? Yurtta kalırken kafam çok rahattı, şimdi sorular dolaşıp duruyordu.

Ekim ayında taşınmış, kısa sürede düzenini oturtmuştu. Taşındığı çok büyük bir daireydi. Her odada ikişer kişi kalıyor, salonu, çalışma-dinlenme odası gibi kullanıyorlardı. Mutfak, banyo, çamaşır, bulaşık işlerini düzene koymuş, belli bir disiplinle kullanıyorlardı. Yaş ve deneyimce daha önde olan Buğra, ağabeylik yapmış, bir düzen yaratmıştı. Buğra’nın kurduğu bu adaletli düzen nedeniyle kafamdaki sorular geride kalmıştı, her şey yolunda gidiyordu.

Aracımla Başkent’in geniş caddelerinden geçip Demetevler Mahallesi’ne ulaştım. 361. Cadde’yi buldum. 10 numaralı apartmanın önüne zor da olsa park ettim. Çocuklar için hazırladığım koliyi kucaklayıp daireye çıktım. Asansör yoktu, merdivenler dikti ve yüzümdeki maske yüzünden hayli yorgun düşmüştüm. Nefes nefese kaldım. Daire kapısında bir süre soluklandım. Sıcak bir karşılamayla kapıyı maskesiz bir genç açtı. Buğra’yı fotoğraflarından tanıyordum. O değildi. Kendimi tanıttım. Maskesiz bir arkadaşları daha kapıda belirdi. Bir şey gizler gibi bir halleri vardı. Biri elimdeki koliyi alıp mutfağa götürdü, diğeri hemen içeri buyur etti. Bu, oğlumla aynı odayı paylaşan Yücel’di.

İlginç bir mimarisi vardı evin. Salondaki dört kapıdan ikisi odalara, biri balkona açılıyordu. Ev bir daire irisiydi, o nedenle altı öğrencinin varlığı hiç rahatsız etmiyordu. Beni salondan geçilen ara odaya aldılar. Selçuk, yatıyordu. Yatmayı çok severdi; fakat bu seferki öyle bir yatma değildi. İyiden iyiye zayıflamıştı. Gözlerini güçlükle açtı. Beni görünce yüzüne mutlu bir tebessüm yayıldı. Uzun sürmedi. Gözleri devrildi. Başı yana düştü.

Oğlum, ne olmuş sana böyle?” deyip kollarından tuttum. Alevler içinde yanıyordu. Gözünü açamıyordu. Diğer gençlere dönüp “Nesi var?” dedim. Aynı odayı paylaşan Yücel:

– Üç gündür ateşi var. Size söylememizi istemedi.

Gözüm eşofmanının üzerinden hissedilen leğen kemiğine takıldı. Kemik zayıflıktan dışarı fırlamıştı. Genelde zayıf bir genç olmakla birlikte bu haliyle laboratuvarlardaki iskeletlere dönmüştü.

Oğlum, bu gizlenecek bir şey mi? Çocuğun haline bakın” dedim.

– Ne deseniz haklısınız; ama gerçekten söz dinletemedik.

– Peki, hastaneye, doktora götürdünüz mü?

İkisi de başlarını öne eğdi. “İyileşir diye bekledik.” Öyle sinirlenmiştim ki damarımı kesseler bir damla kan akmazdı. “Allah kahretsin!” dedim. Hemen Selçuk’u kucakladım. Gençler suçlanmıştı, telaşla yardımcı olmaya çalıştılar. Arabaya atıp en yakın sağlık kuruluşuna götürecektim. Gençlerin de yardımıyla arabaya taşıyıp hastaneye doğru yola koyulduk. En yakın özel sağlık kuruluşuna götürdük. Korona önlemleri kapsamında tek refakatçi alınabiliyormuş, arkadaşlarını eve gönderdim. Acildeki nöbetçi doktor hemen kan, gaita ve idrar numuneleri istedi. Gaita numunesi veremedi. İki ayrı hemşire dakikalarca uğraşarak ve kollarını delik deşik ederek zorla kan numunelerini alabildiler. Susuzluktan damarları kurumuştu. Bilinçsizce gülümsedi. Konuşamıyordu. Enerjisi bitmiş, bir pille çalışan sesyayara benziyordu. Peş peşe iki serum takıldı. Kısa bir süre sonra Selçuk canlandı, gözleri açılmaya başladı.

Birer kalamatayı andıran o güzelim gözlerinden eser yoktu. Serumlar bitmek üzereyken tahlil isteminde bulunan doktor geldi. Koronadan şüphelendiğini söyledi. “Korona testi yapın” dedim. “Özel hastanelerde test yapılmıyor artık. Şehir hastanesine gitmeniz gerekiyor” dedi.

Serumlarla biraz kendine gelen Selçuk’un yol tarifiyle şehir hastanesine vardık. Acilin önünde duramayıp ilerde bir yere park ettim. Güçlükle ayakta duran Selçuk’a dayanak oldum, acil girişine yürüdük, bir personele Korona test merkezini tarif ettirdim ve tekerlekli sandalye sordum. Durumun ciddiyetini fark edip yardımcı olmaya çalıştı; ancak sandalye bulamadı. Selçuk’a, “Sırtıma alayım mı?” dedim. “Al” dedi. Çok duygulandım. Oldum bittim sarılmaz ve sarılmama izin vermezdi. Bu vesileyle sırtımdan da olsa sarılacaktı. Duvara dayayıp sırtladım. Sarıldı hemen. Gözlerim doldu. Test yapılacak bölüme doğru, bize bakanları umursamadan sarsak adımlarla gidiyorduk.

Gözüm hastanenin koca koca camlarındaki yansımamıza takıldı. Birden yetmişli yıllara gidiverdim. Fakir Baykurt’un ‘Can Parası’ adlı öykü kitabının kapağındaki resme benziyorduk. ‘Çaresizliğin resmi’ olan o kitap kapağı, aradan onlarca yıl geçmesine karşın dün gibi hâlâ gözümün önündeydi.

Müşfik ve yoksul bir adam olan Sadullah, ilgisiz ve hayırsız kocası yüzünden hastalığı iyice ilerlemiş olan iki çocuk annesi, kızı Cemile’yi tedavi ettirebilmek için, elinde avucunda ne varsa toparlayıp köyünden Ankara’ya Hacettepe Hastanesine getirir. Ucuz bir hana yerleşirler. Hastane han arası koşuşturmalar sırasında hastalık Cemile’yi öyle bitkin öyle halsiz düşürmüştür ki Sadullah’ın kızını sırtında taşımak zorunda kaldığı anlar olur. Cemile’nin ameliyat olması için para lazımdır. Fakat Sadullah’ın parası yoktur. Yalvarıp yakarıp araya hatırlı kişiler koysa da ameliyat olanağı elde edemezler. Sadullah en sonunda çaresizlikten köydeki küçük tarlasını güvence göstererek borca girer. Ancak çocuklarını çok özleyen Cemile’nin ömrü yetmez. “Köyümüze dönelim” diye diye ucuz bir han odasında verir son nefesini.

Selçuk çok zayıflamış olsa da yol uzadıkça sırtımdaki yükü artıyordu. Sarılmıştı ya mutluydum. Kokusunu hissediyordum. Yansımalarımız devasa hastanenin kocaman camlarında pencereden pencereye geçerken aklımdan da şu düşünce geçiyordu: “Yarım yüzyıl öncesine göre değişen tek şey; o yıllarda maske takanlar tekinsizdi, şimdi takmayanlar.

İleride test yapılan birimin önünde yüzü maskeli bir yığın kalabalık sosyal mesafeye çok da dikkat ettikleri söylenemeyecek bir durumda sıralarını bekliyor, sırtımdaki Selçuk’la bir pencereden diğerine geçerek biz de kalabalığa doğru test sırası almaya gidiyorduk…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar