EDEBİYAT 

EDO; DİZGİNLENEMEYEN SÜVARİ

Bazen kütüphanemin camlı kapaklarını açar, bir yaz akşamı serin Akdeniz kıyılarında dolaşırcasına kitaplarımın arasında gezinirim. Aradığım herhangi bir şey yoktur. Öyle boş boş, dalgaların kıyıdaki izlerini takip eder gibi kitapların sırtında iner-çıkar parmaklarım. Bazen kitabın adı, bazen önceden okumuş olmanın tadı ya da güncele ilişkin konusu veya yazarı beni dost meclislerine çağırır gibi davet eder. Ben de bazen ayaküstü hal hatır sorma, bazen uzun uzun derinlikli sohbet etme düzeyinde davete icabet ederim.

Şiir kitaplarının üzerinde dolaşan elim o gün Adnan Yücel’in ‘Soframdaki Kaval Sesi’ kitabında durdu. Hemen yanı başında farklı yayınevlerinin farklı yıllarda çıkardığı birkaç güldeste duruyordu. Şiir kitabını elime almadan önce seçkilere göz attım. Hiçbirinde Adnan Yücel ve şiirlerine yer verilmemişti. Kuşkusuz bendeki seçkilerde yer bulamamış olması onun şairliğinden bir şey eksiltmezdi. Ne var ki seçkilerde yer almamış olmasına şaşırmıştım. Bir şair gelecek kuşaklara kendi özgün sesinden birkaç dize bırakabilmişse ne mutlu ona diye düşünürüm. Adnan Yücel, gelecek kuşaklara bir hayli dize bırakmayı becerebilmiş bir şairdi.

Sanırım üniversiteyi bitirdiğim yıldı. Bir süre önce kaybettiğimiz Ankaralı ressam Enis Aktaş’ın Yağ Camii civarındaki bekâr evinde Adnan Yücel’in de aralarında olduğu şiirli entelektüel bir sohbet ortamını kaçırmıştım. Bunu çok sonra öğrendim. Sonrasında pek çok yerde Adnan Yücel’in gürül gürül sesinden şiirlerini dinleme olanağım oldu; ancak aynı masayı paylaşma imkânım olmadı.

‘Soframdaki Kaval Sesi’; ilk bakışta pastoral şiirlerden oluşuyormuş gibi bir izlenim verse de içinde mitolojik izler taşıyan şiirler de bulunan bir kitaptı ve arka kapağındaki dizeler kentin caddelerini işaret ediyordu:

Sessizliğimizi veriyoruz caddelere/ Bir gün (Kitapta ‘Birgün’ olarak yazılmış)/ Türkülerimizi haykıracaklar diye.

Bu kitabı, kültür sitesinde gerçekleştirilen bir şiir dinletisinde kendisine imzalatacaktım. Oluşan yoğunluk ve etkinlikten erken ayrılması nedeniyle “Daha sonra imzalatırım” diyerek ihmal etmiştim. O etkinlikte, iri cüssesi, gürül gürül çağlayan sesi, farklı yorumuyla diğer şairlerden ayrımını ortaya koymuştu. Kürsüde daha da heybetli görünüyordu. O etkinlikteki şairler arasında bende en çok iz bırakan oydu. Sanırım salondaki herkesin görüşü de o doğrultudaydı.

Kitaba adını veren şiirinin yanı sıra ‘Gün Boyu Türküdür Zaman’ ve başka bazı şiirlerde de değindiği kavala ses veren, babasının nefesiydi. O kaval sesi vatanından, çocukluğundan anılar taşıyordu. Adnan Yücel, karayolları işçisi Hasan Çavuş ile Zeliha’nın oğluydu, ailenin baba bir anne ayrı yedi çocuğundan biriydi. 27 Mart 1953’te Elazığ’ın Seli köyünde başlayan yaşam yolculuğu; Elazığ, Diyarbakır ve Ankara’dan sel gibi çağlayarak geçip 24 Temmuz 2002’de Adana’da sona erdi. Aramızdan ayrıldığında 49 yaşındaydı. Henüz çok gençti ve beyninde uçuşan imgeler, dizelerini okşaması gereken şiirleri vardı.

Ömrünün son 15 yılını geçirdiği Adana, o coşkun selin durulup göle döndüğü, düşüncelerinin demlendiği, üretiminin en üst düzeye çıktığı yer oldu. Belki de bu nedenle kendini Elazığlıdan çok Çukurovalı duyumsadığını belirtiyor ve “Bir şair, nerede, nasıl, ne için ve ne zaman yaşadığının bilincinde olmalı bence. Her şeyden önce Çukurova, dağların denizle sürekli kucaklaştığı, insanın toprakla kaynaştığı, kültürlerin başka kültürlerle harmanlandığı ve Türkçenin bütün Anadolu’da en az yozlaştığı yerdir” diyordu. Bir yönüyle Pir Sultan-Dadaloğlu, bir yönüyle Karacaoğlan geleneğinden geliyordu. Sevdanın ve başkaldırının şiirini türkülüyor, türküsünü şiirliyordu.

Köylüleri ve ailesi muhafazakârdı. Adını Başbakan Adnan Menderes’ten almıştı. Onu, içine doğduğu mütedeyyin ve muhafazakâr sosyolojik ortamdan başka bir yöne savuran düşüncelerin tohumlarını Akçadağ Köy Enstitülü ilk öğretmeni atmış olmalıydı. Adnan Yücel, 1970’lerin başlarında ilk şiirlerini, denemelerini yerel yayın organlarında yayımlatma başarısı göstermişti. Adeta çocuk denecek yaşta –18’inde var ya da yoktu– düşüncelerinden dolayı okuldan uzaklaştırılıp Tunceli’ye sürgün edildi. Komşu kızı Ayşe’yle arasındaki sevgi öyle güçlüydü ki sürgündeyken evlendiler ve kalan süreyi sürgünde birlikte tamamladılar. Hukuk fakültesini kazanmıştı; ancak bu meslek ona uygun değildi. Yalnızca 23 gün devam etti, bıraktı. Köyünde kısa süreli ücretli ilkokul öğretmenliği yaptı. Diyarbakır Eğitim Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü kazandı. Orada okuduğu yıllarda ilk çocukları Taylan Özgür katıldı aileye, mutlulukları katlanmıştı.

Okul bittikten sonra tayini Karakoçan Lisesi’ne çıktı; ancak hocasının, “Karakoçan’da körelirsin, boğulacaksan büyük denizde boğul” önerisiyle istifa edip Ankara’ya yerleştiler. Kısa süreli hukuk fakültesi deneyiminden sonra bu kez eşi ve oğluyla birlikte ikinci Ankara günleri başlamıştı. Yaşam ırmağının yatağını ilk kez ilkokul öğretmeni değiştirmişti. Bu kez ırmağın yönünü değiştiren, bu hamlesiyle edebiyat dünyasına iyi bir şair kazandıran yüksekokuldaki hocası İkram Saraç’tı. Şiirlerinde mitolojiden ve türkülerden çok beslendi. Nâzım Hikmet, Enver Gökçe, Ahmed Arif, Hasan İzzettin Dinamo ve en çok da Hasan Hüseyin Korkmazgil’den etkilendi. O, şiirimizin Anadolu kapısıydı.

Adnan Yücel’in edebiyat, felsefe, mitoloji ilgisinin yanı sıra resme de ilgisi ve yeteneği vardı. Ortaokul-lise yıllarında yaptığı karakalem çalışmaları baba evinin duvarlarını süslüyordu. Ankara’da öğretmenlik yaparken bir taraftan da kendiyle ilgili radikal kararlar verip önce güzel sanatlar eğitimi aldı, ardından çağdaş Türk edebiyatı alanında yüksek lisans yaptı. Tez konusu ‘Şiirimizde Garip Hareketi’ idi. Yüksek lisans günlerinde 1978’de ikinci çocukları Gürkan doğdu. Ankara’da edindiği dostlarının (Hasan Hüseyin, Ahmet Telli, Salih Bolat vd.) ev ziyaretleri eksik olmuyordu. Genç yaşta kurulan bir aile, erken çocuk sahibi olma, yaşamsal koşuşturmalar nedeniyle eşi Ayşe, hayallerini kurduğu eğitiminden uzak düştü.

Çocukluğunda babası Hasan Çavuş’tan dinlediği kaval sesinin ruhunda bıraktığı derin izle, yayınlayacağı ilk kitabına ‘Soframdaki Kaval Sesi’ adını uygun gördü; ancak bu adı 1982’de çıkacak ikinci şiir kitabına verebildi. 1979’da çıkan ilk kitabına ‘Kavgalara Söylenen Sevda’ adını koydu.

İkinci kitabının basıldığı yıl, beklenmedik büyük bir acı yaşadılar. 2 Temmuz 1982’de 8 yaşındaki büyük oğulları Taylan Özgür trafik kazasında yaşamını yitirdi. Ölüm acısını hafifletmek için şiire sarıldı:

Öyle bakıp durma gözlerime/ Suçlama beni Montaigne/ Bu acıları süslemek istiyorum/ Varsın/ Yağmurlar kesilmiş olsun içimde/ Gözyaşımı salıp tarlalara/ Sevinç tohumları beslemek istiyorum…

Oğullarının mezar taşına da şiirinden şu bölümü yazdırmıştı:

Bir oğul ektimse toprağın rahmine/ Acıyla beslerim tohumlarımı/ Ki bin çiçek fışkırsın/ Bin güzellik yayılsın yeryüzüne.

1983 yılında beyin kanaması geçiren ve bir yıl yatağa bağımlı kalan dostu-hocası Hasan Hüseyin’i 1984’te yitirdi. Bu arada eşiyle ayrıldılar. Ailesini Kennedy Caddesi’ndeki evde bırakıp yakın bir semtte, Ayrancı’da yeni bir yaşam kurdu.

Ankara’da 1983’te ‘Bir Özlem Bir Türkü’, 1985’te ‘Acıya Kurşun İşlemez’, 1986’da ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’ kitapları çıktı. Geniş çevrelerce şiirleri okunmaya, bilinmeye, kulaktan kulağa yayılmaya başladı. ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’ şiiri bunların en bilineniydi ve dost meclislerinde, meydanlarda, toplantılarda okunuyordu:

…Bitmedi, daha sürüyor o kavga/ Ve sürecek/ Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek…

Ayrancı’da kurduğu yeni yaşamı da ayrılıkla sonuçlandı. Dostu Hasan Hüseyin Korkmazgil’i lise öğrencisi olarak 1945’te Adana’ya taşıyan rüzgâr, 1987’de Adnan Yücel’i eğitimci olarak taşıdı. Çukurova Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak göreve başladı. İklimini, bitki örtüsünü, her mevsim yeşil doğasını ve sıcak insanlarını çok sevmişti, Adanalılar da onu sevdi. O Adana’ya, Adana ona çok şey kattı. Gürkan’ın bilime yatkın ve özgüveni yüksek biri olmasına çalışıyordu. Bir süre sonra eski eşi Ayşe ile yeniden bir araya geldiler.

Çukurova’nın verimliliği üretkenliğine yansıyordu, poetik üretimi artmaya başlamıştı. 1989’da ‘Rüzgârla Bir’, 1991’de ‘Ateşin ve Güneşin Çocukları’ yayınlandı. Aynı yıl kızları dünyaya geldi. Bir şairin imgesi yanı başında olmalıydı elbette. Adını İmge koydular. Ardından 1993’te ‘Çukurova Çeşitlemesi’, 1998’de ‘Sular Tanıktır Aşkımıza’ tarihe tanıklık etmek adına raflardaki yerini aldı.

Akademik kariyer yapma kaygısı olmadı. Ağız dolusu kahkahalarla gülen neşeli yapısıyla geniş bir çevre edindi, köklü dostluklar kurdu. Öğrencileriyle etkileşimi de üst düzeydeydi. Şiiri ve kitabı sevdirmesi, sınav stresinden uzak ders işlemesi nedenleriyle sevilen bir hoca olmuştu. Şehrin sanat-edebiyat yaşamında ciddi bir hareketlilik yaratmış, halkla kaynaşmıştı. Şiir dinletileri yapıyor, Altın Koza’da yer alıyor, sanat çevrelerine girip çıkıyor, dergi çıkarıyordu. Ancak ekranlara çıkmayı artistlik-popülistlik sayıyordu. Çevresinde de böyle davrananları uyarıyor, “Görüntünüz sanatınızın önüne geçmesin, televizyon artisti olmayın” diyordu. Neşeli, sevecen yönünün yanı sıra bir arkadaşının oğlunu –çıraklık yaptığı yerde hiç yoktan– döven esnafın işyerini basıp dağıtacak kadar da adaletsizliklere tahammülsüz ve gözü kara biriydi. O, sevdanın ve kavganın şairiydi ne de olsa.

Bir badem çiçeği sürsem namluya/ Beynime sıksam/ Ölümüm bahar olsa nasıl anlaşılsam” dizelerini yazarken elbette ki beyninde çoğalacak bir hücrenin yaşamını altüst edeceğini ve erken yaşta ıstırap çekerek aramızdan ayrılacağını düşünmemişti. 2001’de beyin kanseri olduğu duyuldu. Bir süre görmedim. Sonra birkaç kez üniversite kampüsünde gülüşünü eksiltmeden yanındakilerle konuşarak bir yerlere giderken gördüm. Kemoterapinin etkisiyle saçları kazınmıştı; ancak iyi görünüyordu. Olağan neşeli halini görünce hastalığı atlatabileceğini düşünmüştüm. Hastane sürecinde üretmeye devam ediyordu. Ölümü uzak ihtimal gördüğü bir şiirinde şöyle diyordu:

…Bir ömrüm çıkar karşıma/ Bir de şiire yakışmayan hastalıklar/ … Öyle kolay teslim olmak yok/ Beynimde uçuşan imgeler var daha/ Dizelerini okşamam gereken şiirler/ … Öyle yağma yok/ Toprağa mührümü basmadım daha…

En son gördüğümde biraz kilo vermişti, rengi solgundu. Çukurova Üniversitesi’nden ortak tanıdığımız bir akademisyenle konuşurken durumunun daha kötüye gittiğini öğrendim. En son, arkadaşlarını tanımadığını duydum. Durumu üzücüydü. Ustası-dostu Hasan Hüseyin gibi beyninden geldi ecel.

O; Pir Sultan vaktinde kavgayı, Karacaoğlan vaktinde sevdayı bildi. Yoksulluğu hangi sözcükle vurdu kim bilir? Çılgın bir Akdeniz baharıydı gönlü, yüreği alanlara aktı. Ekmekten, emekten, bilimden ve sanattan yanaydı, kokusunu efsaneden bilime doğru saldı. Çağdan çağa çoğaldı sesinin içinde.

Oğluna, “…Artık suyun akışı bir yüreksin, oğlum/ Gözlerinde doğanın kıpırtılarını izliyorum”; kızına, “Sevdim bütün insanların insan yanlarını/ Sen de seveceksin…/ Bütün hüzünlerin sevince dönüştüğünü/ Adının sonsuz anlamında göreceksin”; Ayşe’sine, “İsterim ki senden/ İnancıma âşık olasın/ Zindanıma ışık olasın/ Yürüyesin gönlümün yollarında/ Sorasın beni sorasın” dizelerini miras bırakarak göçtü gitti bu dünyadan.

Çok sevdiği Çukurova toprağına defnedilemedi. Üniversitedeki 15 dakikalık bir törenden sonra köyüne götürüldü. Doğduğu Seli’nin ot bürümüş mezarlığında toprağa verildi. Köye defnedilmesini anne babası istemişti. Kendisi de hayattayken “Gömütlüğümde kaval sesi olsun” diye düşünmüş olabilir. Kaval sesi çocukluğuyla en önemli bağıydı. Bir gün Ankara’da babasının çaldığı kaval sesini banttan dinlerken gözyaşlarını tutamamıştı. Defin işlemi sırasında 40 kadar erkek akrabası-köylüsü vardı bir de kardeş yakınlığındaki yayıncı dostu. Gelenek gereği, annesi ve eşi dâhil defin alanında kadının adı da kendi de yoktu.

Tarih tekerrür ediyor, 89 yaşındaki Hasan Çavuş, 20 yıl önce oğlunun yaptığını yapıyor, Seli mezarlığında Adnan Yücel’i toprağın rahmine tohumluyordu. Acıyla beslensin, bin çiçek fışkırsın, bin güzellik yayılsın yeryüzüne ve yeryüzü aşkın yüzü olsun diye…

Yakın çevresinde eşi, dostları ona “Edo” diyordu. Edo, dostlarına “Türküsüz çıkmayasın yollara” öğüdü verirken, son yolculuğuna türküsüz, barış süvarisi olarak doludizgin çıktı. “Ölürken ölümsüzlüğü gül diye yakasına takarak” gitti.

Onu kar yağarken aramamalı, yakından tanımak için önce dağlara, sonra kuşlara ve çocuklara sormalı kimliğini. “Aşk adına sesini sürmüştü namlulara”. Namlulara sürdüğü sesi, şiirlerinde yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek yaşayacak.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar