EDEBİYAT 

BİR ZAMANLAR

Güneş çoktan kavurucu ışınlarını toparlayıp eflatun dağların ardındaki sığınağına çekilmeye başlamıştı. Yeryüzünde bütün gün hüküm sürdüğünden, ısınan topraktan yükselen buğu ufukta yanılsamalar yaratıyordu. Gökyüzünün uzak kısımlarında portakal rengi bir hüznün çizgisel nağmeleri asılı kalmıştı. Kuşların çoğu, günlük mesailerini tamamlamış beyaz yakalıların huzuru içinde yuvalarının sıcaklığına teslim etmişti kendini.

Yolunu şaşıran tek tük aceleci kuşun çığlıkları sessizliği yırtıyordu. Biraz sonra yerlerini, gece kuşlarına bırakacaklarını müjdeliyorlardı. Uzaktan, çok uzaktan, yalpalaya yalpalaya, tozu dumana katarak gelen minibüsün aksırıklı tıksırıklı motor gürültüsü ile şoför Mehmet Emin’in etraftaki esnaflara selam vermek için arada bir bastığı klaksonun tarazlı sesi meydanda toplanan kalabalığa ulaşıyordu.

Kalabalık hafiften kaynamaya başlamıştı ki Mehmet Emin’in mavi külüstürü meydanda büyük bir toz bulutu kaldırarak durdu. Bir süre havalanan tozun inmesini bekleyen kalabalık kapıyı açmaya yönelmişti ki kapı yavaşça açıldı. Taba rengi bir kadın çizmesi henüz inmeye fırsat bulamayan toz bulutu arasından sıyrıldı. Biraz sonra yere basan bir çift zarif kadın ayağını sarıyordu bu kahverengi çizmeler. Çizmelerin üzerine küçük pastel çiçek desenleri olan volanlı bir etek dökülüyordu. Onun üzerinde kahverengi süet yelek, içindeki uzun kollu krem rengi gömlekle uyumlu bir bütünlük oluşturuyordu.

Bu uzun boylu, uzun kumral saçlı genç kadın o küçük Anadolu ilçesine Cumhuriyet tarihi boyunca atanmış olan ilk kadın veteriner olan Melek’ti. Melek de bu denli küçük bir ilçeyi yaşamında ilk kez görüyordu. Kalabalığın hemen ilgi odağı oluverdi. Meydandaki kadın erkek, çoluk çocuk herkesin bakışlarını üzerinde topladı. Mehmet Emin, kırmızı bir valizle küçük nefti bir el çantasını kaptığı gibi Melek’in yanında bitiverdi.

İlçenin hükümet konağı, meydanın kuzeyinde on beş basamakla çıkılan tepenin üstündeki düzlükteydi. Tarihi çok eski olmamakla birlikte antik bir görüntüsü vardı. Arkasını yalçın kayalık bir dağa dayamıştı. Dağın yüksek yerlerindeki köy ve mezralar açık havalarda çıplak gözle seçilebiliyordu. Mehmet Emin, hükümet konağına doğru yanında Melek olduğu halde kalabalığı yararak ilerledi.

– Hocanım, mesai bitti. Şimdi başlama yazınızı yazdıramayız. Merak etmeyin muhasebe işlerine bakan Muhammet benim çocukluk arkadaşımdır, sizi bugün başlatmış gibi gösterir.

Öğretmenden başka yabancı kadın memura pek alışık olmayan Mehmet Emin, bu kadın veterinere de “Hocanım” deyivermişti. Melek suskunluğunu korudu. İlk görev yeri olan bu küçük kasabayı tanımaya çalışıyordu. İlçenin en görkemli yapısı hükümet konağı idi. Hemen sol yanında küçük bir park ve içinde iki katlı öğretmenevi, onun çaprazında eski püskü bir arozözden oluşan itfaiye aracının yirmi dört saat önünde park halinde durduğu belediye hizmet binası ilçenin diğer büyük yapılarıydı. Bir briket atölyesi, birkaç dokuma atölyesi, bir iki değirmen, terzi, kasap, manav, bakkal ilçenin tek bankası hepi topu yirmi dönümlük alana toplanmış, meydan çevresine adeta serpiştirilmişlerdi.

Nereye ve neden gittiklerini bilmeden Mehmet Emin’i takip etti Melek. Hükümet konağının yanından kıvrılarak parkın içindeki çay bahçesine geçtiler. Çay içen otuz kırk kişinin başları ve bakışları bir orkestra şefinin baget hareketiyle yönlendirilmişçesine Mehmet Emin’in arkasından gelen zarif kumral kadına doğru döndü. Alçak iskemlelerde oturan üç kişilik gruba yaklaştı Mehmet Emin.

– Selamünaleyküm.

Hep bir ağızdan:

– Aleykümselam.

Üçü de ayağa kalktı. Samimi bir şekilde tokalaştılar Muhammet’le. Kararnameyi Muhammet’e uzattı.

– Muhammet, bu Melek Hocanım.

Kararnameye çabucak göz atan Muhammet:

Ayşe Melek Yılmaz diye düzeltti.

– İlçeye baytar olarak atanmış. Mesai bitti ama kendisine, Muhammet sizi bugün başlamış gibi gösterir dedim.

Bu kez Melek, “Veteriner” diye düzeltti; ama duyulmadı. Muhammet, Melek ile tokalaştı.

– Hoş geldiniz, hayırlı uğurlu olsun. Merak etmeyin hocanım, yarın sabah ilk iş olarak ben başlama yazınızı yazar, ilçe tarım müdürüne imzalatır, kaymakam beye de onaylatırım. Bugün başlamış gibi olursunuz. Onların da sorun çıkaracağını sanmıyorum. Bu arkadaş da öğretmenevinin sorumlusu size kalacak bir oda ayarlar şimdi.

Az önce yanındaki iskemlede oturan, sigara dumanından uçları sararmış pos bıyıklı, sessiz, içe dönük olanı işaret ediyordu.

– Hayırlı uğurlu olsun hocanım. İlkokul öğretmeni Seda Hanım’ın odasında bir yatak boş… Oraya yerleştiririz sizi. Seda’nıma da yoldaşlık edersiniz. Uzun zamandır tek kalıyordu kendisi.

– Teşekkür ederim.

Mehmet Emin’in işi bitmişti. Ayrıldılar. Öğretmenevi çalışanı Kavruk Mustafa, valizleri alıp Melek’in önü sıra parkın içindeki binaya doğru yürüdü. Melek de arkasından…

Melek önce odasını görüp lavaboda elini yüzünü yıkadı. Aklına annesi geldi. Koşar adım aşağıya indi. Köşedeki telefon kulübesinden annesini aradı. Bir çırpıda ilçeyi ve insanlarını anlatıp heyecanını paylaştı annesiyle. Odaya döndü, yerleşene kadar tüm ilçedeki memur takımı, veteriner Melek’in ilçeye atamasının yapıldığını ve öğretmenevine yerleştiğini öğrenmişti. Seda Öğretmen okulda olduğundan tanışması mümkün olmadı.

Aşağıya bir yorgunluk çayı içmek için inmişti ki lobiye kahverengi bekçi üniformasıyla oflaya puflaya insan irisi sevimli birisi girdi. Çok önceden tanışıyorlarmış gibi:

– Hocanım ben Kaymakam Cemal Bey’in koruması Abuzer. Kaymakam Bey, Seda’nımla sizi saat yedide konutunda yemeğe bekliyor.

Kaymakamlığın geleneksel uygulamasıydı bu. İlçeye gelen tüm kadın memurlar mutlaka kaymakamlık konutunda yemeğe alınırdı. Cemal Bey de bu geleneği bozmamıştı. Sevimli eşi Nurhan Hanım ile memureleri ilk gün akşam yemeğinde misafir edip ağırlardı. İkisi de yoksulluktan geldikleri için halden anlayan mütevazı insanlardı.

Nurhan Hanım, ilçe merkezindeki tek ortaokulun matematik öğretmeni idi. Okul oldukça büyüktü. Bir yıl olmamıştı burada göreve başlayalı. Eşinin görev yeri değiştikçe birlikte yer değiştiriyorlar, ülkenin doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine taşınıp duruyorlardı. On bir yıldır evliydiler ve burası eşiyle birlikte beşinci görev yeri olarak kariyerinde yer ediyordu.

On yaşında gözlerinden zekâ fışkıran tombul bir oğlan ve lepiska saçlı bembeyaz tenli yedi yaşında bir kız çocukları vardı. Bu iki çocuk Nurhan Hanım ve eşi Cemal Bey’in mütevazı yaşam anlayışlarından dolayı hiçbir zaman şımarmaya fırsat bulamamışlardı.

Melek, yorgunluk çayını henüz bitirmişti ki kısacık boylu, zayıf, dalgalı saçlı, fiziğiyle çok dikkat çekmeyen fakat her tarafından enerji fışkıran genç bir kadın lobiye girdi. Neşeyle yaklaşıp, “Siz yeni veterinerimiz Melek olmalısınız, ben Seda” diyerek sımsıcak selamladı.

– Evet, ben Melek, yeni mezun oldum, ilk atamam burası, tanıştığımıza memnun oldum. İlçeye geleli iki saat olmadı, haberler ne çabuk yayılıyor burada, çok şaşırdım.

– Ben de çok memnun oldum. Benim ikinci senem burada; ama aslına bakarsanız ben de alışamadım bu haberleşme ağının hızına. Burası çok rahat diye hiç eve çıkmayı düşünmedim açıkçası. Gelip geçici çok memur oldu. Tek kalıcı ben oldum burada. Dilerseniz tayin oluncaya kadar benimle kalabilirsiniz.

– Olur tabii. Benim de kafamı kurcalayıp duruyordu burada nasıl ev kuracağım, eşya falan içini nasıl döşeyeceğim diye. Yalnız ben üniversitede ismimle hitap edilmesine o kadar alışmışım ki burada herkesin Melek Hanım, hocanım demesine alışamadım. Üzerime bol gelen bir elbise giymiş gibiyim. Bu fazla resmi geliyor. Baş başayken adımla seslenirsen sevinirim.

– Ayy! Al benden de o kadar. Ayol ben de hiç sevemedim bu tür seslenişleri. Ama kamusal ve kurumsal yerlerde mecburen kullanıyorum. Tamam, biz bizeyken öyle yapalım.

Seda bir koşu üzerini değiştirip lobiye indi. Melek üzerini değiştirecek enerjiyi bulamadı kendinde. Oturup biraz televizyon izlediler. Biraz sohbet ettiler. Melek hafif bir makyaj tazeledi. Güzelliği iyice öne çıktı. Seda enerjik ve sevimli bir kadındı; ama Melek kadar güzel değildi ve onun kadar çekici. Farkındaydı her şeyin, imrenmeyle karışık küçük bir kıskançlık duygusu geçiverdi yüreğinden. Televizyona yarım göz bakarken yaptıkları kısacık sohbette az da olsa birçok yönden birbirlerini tanımışlardı.

Saat yediye on kala kalktılar, salonda kendilerinden başka kimse olmadığından televizyonu kapatıp ışıkları kararttılar. Kaymakamlık konutu yürüme mesafesindeydi. Seda Öğretmen’in bu üçüncü kez konuta gidişiydi. Daha önce ilk kez göreve başladığında gelenek olduğu üzere ve sekiz ay kadar önce de Gelindüzü köyünün öğretmeni Yeliz göreve başladığında Yeliz ile gitmişti. Yediye bir iki dakika kala yoldan aldıkları meyve poşetleriyle konutun bahçe kapısındaydılar. Bekçi kulübesinden, az önceki ivecen tavırlarıyla Abuzer Efendi fırlayıverdi. Aksanlı ağzıyla genç kadınları buyur etti.

Nurhan Hanım masayı çoktan donatmış son rötuşları yapıyordu. Cemal Bey mesai kıyafetlerini çıkarmış şık ama rahat bir kıyafetle televizyon izliyordu. Çocuklar odalarında sessizce bir şeylerle uğraşıyorlardı. Konut kapısına geldiklerinde Abuzer kapının zil butonuna bir kez dokundu.

* * *

Ankara’da 31 Aralık tarihine kadar hiç kar yağmamıştı o yıl. Yeni yıl karşılaması yaparcasına, bütün yılın öcünü alırcasına o akşam gece yarısına doğru lapa lapa kar yağmaya başladı. Gece yarısı olduğundaysa Dikmen sırtlarından Seyran bağlarına, Mamak’tan Sincan’a kadar, hatta kent merkezindeki Kızılay, Ulus, Gençlik Parkı bembeyaz bir battaniyeyle kaplanmıştı. Bina aralarında kalan yeşil alanlarla parklarda karakışı bekleyen ibreli ağaçlar tadına doyulmaz bir kartpostal manzarası oluşturmuştu.

Tepe Restoran’ın kapısından son müşterileri çıkıyordu. Sokak lambalarının buzlu bir cam ardından aydınlattığı sokağa, soluk renkler ve illa beyaz rengin egemenliği hâkimdi. Lapa lapa yağan kar, yol üzerinde adımların oluşturduğu küçük kraterleri kısa sürede kapatıveriyordu.

Restorandan son çıkan çiftin gerginliği ilk bakışta anlaşılıyordu. Genç kadının siyah kaşe kabanının yakaları boynunu örtüyor, üzerinde de el örgüsü uzun bir atkı dolanıyordu. Adam telaşlı ve çaresiz görünüyordu. Genç kadının çığlıkları gecenin sessizliğini yırttı. Bir taraftan ağlıyor bir taraftan sözcükleri bir mitralyözün namlusundan fırlayan mermiler gibi seri bir şekilde kusuyordu.

– Allah seni kahretsin! Benimle oynadın, hayallerimi yıktın. Yeni yılı zehir ettin bana. Şerefsiz, ahlaksız, namussuz, ırz düşmanı! Boyun devrilsin, gün yüzü görmeyesin, trafikte kamyonların altında kalasın, her bir parçanı bir çöp tenekesine doldursunlar. Lanet olası pislik! Ben aileme ne diyeceğim şimdi aşağılık adam.

– Hayatım, Allah aşkına bir dur, bir sakin ol. Lütfen, rezil oluyoruz.

– Etrafta kimse mi var. Üstelik sen rezil olamazsın, zaten rezilin birisin.

Gerçekten de sokakta kimsecikler yoktu. Sanki bir süreliğine tüm Ankaralılar evlerine çekilmiş ve meydanı bu çifte bırakmışlardı. Genç kadın yıkılmış bir halde sözcükleri sayıştırmaya devam ediyordu.

– Allah’ın belası, defol git! Nefret ediyorum senden. Yüzünü görmek, sesini duymak istemiyorum. Defooool! Defoooool! Defooool!

Artık sinir krizi geçirmeye başlamıştı. Bir taraftan tepinirken bir taraftan sesinin şiddetini yükselttikçe yükseltmişti. Adamın çaresizliği de arttıkça artıyor, kadını sakinleştirmeye çalıştıkça kadının tepkileri şiddetleniyordu.

– Ayşeciğim, lütfen güvercinim, ne olur sesini kıs biraz, vallahi çözeceğim, endişelenme. Canımsın.

– Canın çıksın, e mi! Canımmış. Yürü git şuradan. Terbiyesiz adam.

Tam o sırada yokuşun alt başından bir taksi farlarını parlatarak çifte doğru yaklaşmaya başladı. Kadın ileri atılarak taksinin tam durmasına bile izin vermeden atlet çevikliğiyle arabaya kendini attı. Kapıyı sertçe çekerek şoföre, “Yürü” dedi. Adam öyle boş bulunmuştu ki hamle dahi yapamadı. Kalakaldı. Taksi hızla köşeyi dönüp ortadan kayboldu. Adam anlamsızca yolun ortasında durdu, durdu, durdu.

İçinde tuhaf duygular yarışıyordu. Hem biten güzel bir ilişkinin huzursuzluğu hem de az önceki kördüğümün çözülmesinin yarattığı huzuru eşzamanlı olarak yaşıyordu. Sevinç ve hüzün iç içeydi.

Elleri iki yana düşmüş, öyle ne kadar kaldı bilmiyordu. Sokak ıssızlığını koruyordu. Bir kedinin ayakuçlarına basarak bir binaya doğru gittiğini fark edince toparlanıp arabasını park ettiği arsaya yöneldi.

* * *

Abuzer, butona ikinci kez basmadan kapıyı her zamanki zarafetiyle Nurhan Hanım açtı. Abuzer’e teşekkür etti. Elindeki yemek tepsisini uzatıp “Afiyet olsun” dedikten sonra konuklarını sıcak bir selamlamayla içeri buyur etti.

– Hoş geldiniz Seda Hanım,

– Hoş bulduk.

– Siz de hoş geldiniz Melek Hanım.

Melek ile tanıştırılmadığı halde önceden adını öğrenmişti. Tabii, Melek de Nurhan Hanım’ın adını. Yüzünde memnuniyetini ifade eden kocaman bir gülümsemeyle, “Hoş bulduk Nurhan Hanım. Tanıştığımıza çok sevindim” dedi. Seda önde Melek arkada Nurhan en arkada eve girdiler. Kaymakam Cemal Bey, televizyondaki güncel ve önemli politik haberlerden başını zorla kaldırıp konuklarını karşılamak üzere antreye geldi. Seda, birkaç basamakla çıkılan antre girişinde arkasındaki Melek’i marke ederek duruyordu. Samimi bir gülümsemeyle Cemal:

– Hoş geldiniz Seda Hanım.

– Hoş bulduk.

Melek, yüzünü göremediği bu sesle elektrik verilmiş gibi titredi. Seda kenara doğru çekilip de Melek ile Cemal yüz yüze geldiğinde Melek bayılacak gibi oldu. Karşısındaki, yıllar önce Ankara günlerinde bitirdikleri aşkın bir tarafı olan Cemal idi. Cemal de yüzünün orta yerine sert bir yumruk yemiş gibi oldu. Sesi kısıldı. Bürokrat olmanın getirdiği deneyimle çok hızlı bir şekilde toparlanıp hiçbir şey olmamış gibi, “Hoş geldiniz” diyebildi. Ancak yüzündeki o samimi gülümseme donmuştu. Sesindeki etki de hemen kaybolmuştu. Melek hiçbir şey diyemedi. Nutku tutulmuştu. Eli ayağı titremeye başladı. Soğuk soğuk terliyordu. Rengi soldu. Arkalarından gelen Nurhan Hanım ev sahibesi olmanın telaşıyla sunuma odaklandığından bir sorun olduğunu anlamadı. Seda da ilçenin küçük ama en güzel ve en zevkli döşenmiş evindeki tefrişatla ilgilendiğinden durumun ayrımına varamadı. Koltuğa yığılırcasına oturdu Melek. Seda ise önceden oturmuş, etrafı incelemekle meşguldü. Nurhan Hanım özür dileyerek fırındaki yemeğe müdahale edeceğini belirtip mutfağa geçtiğinden o birkaç dakikalık kriz sorun olmadı. Melek, yavaş yavaş kendine geldi. Cemal kadar soğukkanlılığını koruyamasa da elinden geleni yaptı ve diğerlerine pek bir şey fark ettirmemeyi başardı. Bu arada uzun bir yoldan gelmiş olmanın yorgunluğunu sık sık dile getirip bir an önce oradan ayrılmanın zeminini de hazırlamış oldu. Melek’in bu durumunu doğal karşıladı Nurhan ve Seda.

Yemekten sonra genelde çok hoşsohbet birisi olan Cemal’in ağzını bıçak açmıyordu. O da televizyonda izlediği ölüm ve cinayet haberlerini bahane etti moralsizliğine. Aslında ilginç bir mutabakatla herkesin hemfikir olduğu bir sükûnetin sonunda birer bardak çay içildi içilmedi, Melek –yemekteki iştahsızlığına devamla çayından bir yudum bile almamıştı– kalkmak istedi. Seda da bu yeni oda arkadaşının isteğini ikiletmedi. Kalktılar.

Kaymakam ve karısı bahçe kapısına kadar eşlik etti. Cemal iyice toparlanmıştı. Tokalaşma sırasında Melek sorun çıkarabilir diye tokalaşmadan:

– Yeni göreviniz hayırlı uğurlu olsun Melek Hanım, her zaman makam kapımız açık, bekleriz. Sizi de Seda Hanım.

Nurhan, her ikisini yanaklarından öperek:

– Evet, Melek ve Seda evimizin kapısı da açık, her zaman beklerim. İlçedeki kadınlar çok iyiler; ama iletişim kurmakta zorlanıyorum. Lütfen daha sık görüşelim.

Seda hiçbir şeyin farkına varmadan mütebessim bir ifadeyle teşekkür etti ev sahiplerine. Melek hastalıklı yüz ifadesinin arkasına sığınarak yarım ağız teşekkür etti. Bir an önce oradan uzaklaşmak istiyordu. Bahçe kapısını kapatıp hemen öğretmenevine yürümeye başladılar. Morali hâlâ bozuktu.

– Yolculuk çok yormuş beni, perişanım. Bir an önce uyumak istiyorum.

– Tabii, tabii, sen yol yorgunusun, yarın mesai var hem. Üstelik ilk iş günün… Seni nelerin beklediğini bilemezsin. Hemen yat uyu, yarın konuşuruz. Bu arada benim Van’da bir erkek arkadaşım var. Onu her akşam aramazsam olmaz. O beni arayamıyor dedikodu olmasın diye. Ben köşedeki kulübeden bir alo diyeyim, sen çık yukarı yat. Ben ışığı yakmadan yatarım, seni rahatsız etmem.

– Sen rahat ol, ben ışıkta uyumaya alışkınım. Keyfine bak.

– Senin arayacağın bir arkadaşın yok mu?

– Yok.

– Nasıl yani? Bu kadar güzel ol, okumuş ol, işin gücün olsun, kimse olmasın hayatında.

– Yok, gerçekten yok.

– Sevdiğin biri vardır canım, inanmamı bekleme.

– Yok, sevdiğim biri de yok, gerçekten.

– Geçmişte birini sevmişsindir mutlaka, değil mi?

– Maalesef Seda. Bugüne kadar babamdan başka bir erkeği sevmedim. S E V M E D İ M.

Öğretmenevinin köşesindeki telefon kulübesine varmışlardı. Seda “Görüşürüz” deyip kulübeye telefon etmeye girdi. Melek üzerinden büyük bir yük kalkmış gibi rahatlamıştı. Odasına doğru ilerlerken mırıldanıyordu. S E V M E D İ M – S E V M İ Y O R U M.

Resepsiyondaki Kavruk Mustafa, merdivenlere yönelen Melek’e:

– Efendim hocanım, bir şey mi dediniz?

Mustafa’nın farkına varmadığı için şaşıran Melek, arkasına bile bakmadan:

– Hiiiç, hiçbir şey demedim. İyi geceler.

– İyi akşamlar hocanım.

Melek, yüzünde hınzır bir tebessüm, kendinden emin adımlarla merdivenleri ağır ağır çıktı. Hızlıca hazırlanıp huzur içinde uykuya daldı. Gökyüzündeki dolunayın tepsiyi çağrıştıran ışığı açık kalan perdeden makyaj aynasına yansıyordu.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar