EDEBİYAT 

BAŞKÖŞEDEKİ BOŞ SANDALYE

Asırlık bedeniyle tüm ailenin tarihsel belleği olan Sabiha Hanım’ı sabun kokulu bembeyaz çarşafın üzerine yatırmışlardı. Üzerine kırmızı saten yüzlü sırıtılmış ağır bir yorgan örtülmüş, derin bir uykuya dalmıştı. Yılların yorgunluğu okunan yüzü mumyalanmışçasına apak, bedeni kınından çekileceği anı bekleyen bir kılıç denli kıpırtısızdı. Geriye doğru taranan kınalı saçlarının ön kısmı dağılıp alnına doğru dökülmüştü ve alnındaki kırışıklıklarda terden kaynaklanan ışık yansımaları vardı. Kahverengi benekli buruşuk elleri yorganın üzerinde iki yanına uzanmış, parmakları ‘romatoid artrit’e bağlı olarak doğal görünüşlerini yitirmiş, Albrecht Dürer’in “dua eden eller”ine benziyordu. Sessizlik içinde bekleşenlerden zorunlu olarak konuşacak olanlar onu uyandırmamak için fısıltıyla anlaşıyorlardı.

Yatağın başucunda oturan, altmış yaşlarında gösteren iri yarı kadın belli aralıklarla yaptığı kontrolü yineledi. Sabiha Hanım’ın soluk alıp vermediğini anlamaya çalıştı. Solunum vardı. Düzenli nefes alıyordu. Zamanın geldiğine hükmeden kadın yanındaki genç kadına yavaşça eğilerek “Haydi,” dedi. “masayı kurun”. Komutu alan genç kadın tetikte bekleyen bir er hızıyla yerinden kalktı ve yumuşacık bir sesle “Tamam, Aysel Teyze” dedi. Sonra da kaş göz işaretleriyle odada bekleşen akranı iki kadını da hareketlendirdi. Üçü birlikte mutfağa geçtiler. Parmak uçlarında içeri girip çıkarak ve alabildiğince sessiz davranmaya çalışarak masayı kurmaya başladılar. Ne kadar özenli davrandılarsa da ufak tefek tabak kaşık sesleri oluyordu. Nicedir derin uykusunda Sfenks hareketsizliğinde yatan Sabiha Hanım birden canlanıverdi. Aklına aniden bir şey gelmişçesine romatizmalı kırışık elini kaldırdı. Bitkin bir sesle “Dedeniz için de bir tabak koyun masaya” dedi.

Yaklaşık elli yıllık alışkanlığını yinelemesiyle odadakileri şaşkına çeviren Sabiha Hanım’ın gözleri yeniden örtüldü. Eski mumya halini aldı. Sabiha Hanım’ın sekerat olduğu düşünüldüğünden bir süre ne yapacaklarını bilemeden donakalan genç kadınlar, Aysel Hanım’ın “Duymadınız mı? Her zamanki gibi dedeniz için de bir tabak koyun masaya” uyarısıyla kendilerine geldiler. Biraz sonra masa hazırdı. Yemeğe geçilebilirdi. Yaklaşık elli yıldır hiç oturmadığı halde servis açılan başköşede dedenin sandalyesi ve tabağı da yerli yerindeydi.

Odadaki tek erkek, boş sandalyede oturan Remzi Bey’in imgesiydi. Gelenek bozulmamış, ilk servis dedeye yapılmıştı. Tarhana dolu kepçe dedenin kâsesine boşaltılmıştı ki başından beri yetişkin olgunluğuyla sessiz kalmayı becermiş olan beş yaşındaki Seyhan lepiska saçlarını eliyle geriye itip boncuk mavisi gözlerini iyice açarak, “Anneanne, bana tabağını bitir, tabağını bitir diyorsunuz, peki, neden gelmeyeceğini bildiğiniz halde dedeye yemek koyuyorsunuz?” dedi.

Bu evde yıllardır her akşam tarhana çorbası pişirmek ve masada başköşedeki boş sandalyenin önüne tabak koymak kimse tarafından sorgulanmadan yapılıyordu. Seyhan’ın bu sorusu bir anda odadakileri birer donuk imgeye dönüştürdü. Soğukkanlılığıyla bilinen Aysel Hanım kendini toparlayarak aniden oluşan bu fotoğraf karesini bozan ilk kişi oldu. Kalkıp Seyhan’ı kucakladı. Bağrına bastı. Gözleri buğulanmıştı. Birkaç damla gözyaşına engel olamadı. Seyhan’a da anneannesinin hüznü geçmiş, garip bir şeyler olduğunu sezinlemişti.

Seyhancığım, babam, yani Remzi Dede’n tarhanayı çok severdi. Bir gün anneme, yani Sabiha Nine’ne ‘Bu akşam tarhana yap’ dedi ve işe gitti. Ben altı yedi yaşlarındaydım, o yıl okula başlayacaktım. Kardeşim, Rabia Teyze’n de üç dört yaşındaydı. Babamın akşam geleceği saatte masamız hazır olurdu her zaman. O gün de annem masayı hazırlamıştı. Tarhana çorbasıyla patlıcan dolması yapmıştı. Ben de o zamanlar dolmayı çok severdim. Babam gelmedi. O zaman böyle cep telefonu falan yok. Bekledik, bekledik gelmedi. Saatler sonra haber aldık ki babam askerlik hizmetini yapmadığı için apar topar askere alınmış, bize haber veremeden birliğine teslim edilmiş. ‘Vatani görevdir, sayılı gün çabuk geçer’ dedi annem. Her akşam babam gelecekmiş gibi tarhana yapmaya ve masaya tabak koymaya devam etti. Birkaç ay sonra babam Kıbrıs’a kaydırılan çıkarma birlikleriyle Girne’ye gitti diye duyduk. Sonra da ondan haber alamadık. Ölüsüne de dirisine de ulaşamadık. Bir mezarı bile yok o yüzden. Sabiha Nine’n masaya tabak koymaya ve her gün tarhana çorbası yapmaya devam etti. Bir gün çıkar gelirse masasında çorbası hazır olsun diye. Ben de o gün bugündür dolma yiyemem.

Remzi Dede’yi çok mu seviyordunuz?

Seyhancığım, babamı yalnız biz sevmezdik ki… Onu tanıyan herkes çok severdi. Kimseyi incitmezdi, herkesin yardımına koşardı. Güçsüzleri korur, yoksulları giydirir, açları doyurur, sokak hayvanlarını barındırırdı. Mahallenin en sevilen insanıydı. Ben bunca yıldır onu unutamadım. Annem de unutamadı. Onun benden daha çok anısı var elbette. O da bizi çok severdi. Rabia Teyze’n çok küçük olduğu için pek bir şey hatırlamıyor ama komşularımız, yakınlarımız da onu unutamadı. Hâlâ adını özlemle saygıyla anarlar.

Seyhan’ın gözleri bulutlandı.

Keşke benim babam da Remzi Dede’ye benzeseydi. Annemi dövmeseydi. Bizi sevseydi. Hep yanımızda olsaydı.

Seyhan bu sözleriyle kenardan konuşmaları dinleyen annesinin içini acıttığının ayırdında değildi. Aycan ise yediği dayaklardan çok kadınlık gururunun ayaklar altına alındığı, olur olmaz yerde maruz kaldığı, hakaretlerden aşağılamalardan incindiği anları yeniden yaşıyordu. Kendini tutamadı. Mor halkalarla berelenmiş gözlerinden inci taneleri gibi yaşlar patlak dudaklarının üzerine süzülüyordu. Ortalık cenaze evine dönmüştü. Seslerin yükselmesiyle Sabiha Hanım, bir kez daha gerçek dünyaya döndü. Başını güçlükle çevirip kesik kesik “Ne oldu? … Neden ağlıyorsunuz? … Remzi Bey’den kötü bir haber mi var yoksa? …” dedi. Bütün başlar ona çevrilince de beklenen bir işaret almışçasına başı yana düşüverdi.

Ev artık bir cenaze eviydi.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar