EDEBİYAT 

AŞK AŞISI (3)

Yıldız Sarayı’nda Sultan Abdülhamit huzurundaki Sadrazam Mehmet Said Paşa ve vezirler ile sarayın hekimbaşısı istişare ediyorlardı.

– Mehmet Said Paşa, bre vezirlerim, bre hekimbaşı, bu bize rabbimizin bir cezası mıdır? Yüce Allah bizi imtihan mı etmektedir? Bu kaçıncı kuduz vakasıdır? Bu kaçıncı ölümdür?

Mehmet Said Paşa, boyun bükerek:

– Sultanım, elimizden geleni yaptık. Payitahttaki tüm köpekleri toplattık. Teknelerle Hayırsız Ada’ya doldurduk.

– Peki, bu kadar can kaybına ne diyorsun, hekimbaşı?

Hekimbaşı iki büklüm ve çaresiz, adeta ağlamaklı:

– Ulu Hünkâr’ım elimizdeki tekmil ilaçlarını en mütenasip şekilde tedarik ediyoruz. Hastalarımızı murakabe etmekteyiz devletlim; lakin hiçbir ilaç kâfi gelmemekte. Kuduz karşısında aciz bu kulunuz. Allah’tan gelene elden bir şey gelmiyor.

Ulu Rabbim akıl vermiş. Hazreti Peygamber, “İlim Çin’de de olsa alınız” buyurmuş. Paris’teki Louise Pasteur’ün kimyahanesindeki mesaisinin takibatı ne vaziyettedir, hekimbaşı?

– Bizzat işittiğim şudur ki sultanım, hayvanlar üzerinde muvaffakiyet tesis etmiştir. Ne var ki bu faaliyetlerin hakiki muvaffakiyetle nihayete ermesi vakit alacaktır. Takibattayız Allah’ın izniyle.

* * *

Laboratuvardan içeri yanaklarını bütünüyle örten favorileri, briyantinli pala bıyıkları ışıltılı, şık bir adam girdi. Yüzükleri ve pahalı yelek cebindeki altın köstekli saatiyle zenginliği ilk bakışta belli olan Avukat Paul Meister’dan başkası değildi bu. Arkasından da Madam Meister ve Joseph girdi laboratuvara. Paul Meister, Louise Pasteur’ün deneylerini, taşıdığı endişeleri, tabipler konseyiyle yaşadığı sorunları eşinden duymuştu.

– Bayım, sizi temin ederim, kılınıza zarar gelmeyecek. Ben Joseph’in babasıyım. Oğlumu kurtarın. Ne isterseniz veririm.

– Ben bilim adamıyım, bayım; para değil mesele. Bu durumda beni zorlamayın lütfen. Aşıyı beşeri olarak hiç denemedim. Yalnızca hayvan deneylerinin sonucuna göre benim aşıyı oğlunuzda denemem cinayet olur.

O üstten konuşan, kibirli tavrını terk eden Paul Meister, Pasteur’ün ayaklarına kapandı. Odadakiler böyle bir davranış beklemediği için şaşkınlık içinde kaldı.

– Yalvarıyorum size, Tanrı aşkına. Biricik oğlum Joseph’in hayatı sizin elinizde… Tüm sorumluluk bize ait, lütfen uygulayın şu aşıyı…

– Mümkün değil, ısrarcı olmayın lütfen.

– Aşı yapılmazsa sonuç ne olacak doktor? Ha ne olacak?

Bir an sessiz kalakaldı. Usulca ve isteksizce:

– Korkarım… Acı… Acılar çekerek ölecek, bayım.

Joseph yüksek perdeden ağlayıp inlemeye başladı. Pasteur ikilemdeydi. Joseph’in inlemeleri kesilmeyince kayıtsız kalamayacağını anladı. Yelkenleri suya indirdi.

– Bakın size hiçbir garanti veremem. Tam bir hayal kırıklığı yaşayabiliriz.

– Çaresiziz, doktor. Sizden garanti isteyecek durumda değiliz.

Pasteur, laboratuvarın arkasındaki odayı çabucak revir haline getirerek Joseph’in oraya yatırılmasını sağladı. İlk aşıyı yaptı. Diş izlerinin yerlerini dezenfektanlarla temizledi. Yara tozu ve pomat sürdü. Sargı beziyle bağladı. Ağrı kesici uyguladı.        

Bir süre sonra ateşi iyice yükseldi Joseph’in. Pasteur için uykusuz günlerin başlangıcıydı bu. Günlerce ateşle mücadele etti.

Günler günleri kovalıyor, hasta aşama kaydedemiyordu. İki aşı daha uyguladı. Önce hastanın durumunu stabilize etti, sonra genel durumunda iyileşmeler gözlemeye başladı. Üç ay sonra Joseph bütünüyle iyileşti.

* * *

Bu gelişmeler tüm dünyada büyük yankı uyandırdı. Meister Ailesi mutluluktan uçuyordu. Pasteur’ün, umudunu yitirmeye başladığı bir anda iyileşme sağladığı için özgüveni yerine gelmişti. Tabipler konseyine karşı eli güçlenmişti. Doğal olarak Meisterlardan daha mutluydu.

Avrupa’da olduğu gibi Osmanlı’da da kuduz yaygın bir sorundu ve peş peşe ölümler geliyordu. Pasteur, ülkedeki hekimlerin kendisine bakışının değişeceğini düşünerek yanılıyordu. Tıp otoritelerinden de Fransız hükümetinden de beklediği desteği göremedi.

Laboratuvarını enstitüye çevirmek düşüncesindeydi. Beklediği desteği bulamadığı ve umutlarını yitirmeye başladığı bir anda Osmanlı Padişahı Sultan Abdülhamit, gelişmelere seyirci kalmayıp Pasteur’ü çalışmalarını geliştirmek için İstanbul’a davet etti. Pasteur, yaşlı olduğu için davete icabet edemedi. Bununla birlikte Osmanlı Sultanı’nın göndereceği ekibin Pasteur tarafından eğitilmesi isteğini, “Büyük bir şerefle” diyerek kabul etti.

Askeri Tıp Mektebi’nden Zoeros Paşa, Veteriner Hüseyin Hüsnü ile Hüseyin Remzi Bey’den oluşan ekip ortak çalışmalar yapmak için Paris’e gitti. Padişah Abdülhamit, ekiple birlikte Pasteur’a Mecidiye Nişanı ile insanların yararına bir aşı hayırevi kurması için de 800 lira gönderdi. Çok büyük bir paraydı.

Yaklaşık yedi aylık eğitimden sonra, 1887’nin Ocak ayında Zoeros Paşa’nın kliniğinde dünyanın üçüncü kuduz tedavi merkezi kuruldu. Yeni kurulan Bakteriyolojihane-i Osmani’de ise kuduz aşısının keşfinden sadece 3 yıl sonra aşı ve serum üretimine başlandı.

* * *

Fotoğrafları düştüğü yerlere yerleştirip albümün diğer sayfalarını karıştırmaya başladı. Hıfzıssıhha Merkezi’ndeki denetimden sonra dönemin Başbakanı ve Sağlık Bakanı ile tüm idari personelin girişteki basamaklarda çektirdikleri anı fotoğrafı karşısındaydı. Fotoğrafı yuvasından çıkardı.

– Eee, beyler, yaptığınızı gördünüz mü? Bakın memleket ne hale geldi? Seksen iki milyon insan hapishane hayatı yaşıyor. Enstitüyü kapatmasaydınız, şimdi belki de aşıyı bulmuş olacaktık.

Fotoğrafı yırttı. İçinde kendisinin olduğu kısmı oyup çıkardı elleriyle. Diğer parçaları sehpanın üzerindeki küllüğe attı. Albümü önce kilitli kutuya, sonra da kutuyu dolaba yerleştirdi. Telefon çaldı. Arayan, Brüksel’deki oğluydu.

– Aloo… Oğlum, merhaba, nasılsın?

– Sağ ol, baba. Beni boş ver, asıl sen nasılsın? Çarşı pazar gezmiyorsun, değil mi, babacığım? Bak aklımız sende kalıyor. Sakın dışarı çıkma! Alışveriş için çıkmak zorunda kalırsan, Erkal’dan rica et. Eline üç beş kuruş verirsin, o da çocuk okutuyor hayrın olur. Havalar nasıl oralarda?

– Sağ ol, oğlum. İyiyim. Merak etme. Ben kendi işimi halledebiliyorum. Erkal’a gene yardım ederim, ediyorum zaten. Ama onun elinin değdiği hiçbir şeyi evime sokmam. Havalar da düzeldi sayılır. Dün kar yağdı; ama bakma sen, bundan sonra bahar artık. Mevsimler de değişti be, oğlum; tadı tuzu kalmadı hayatın. Annenizin yanına gitmem yakındır.

– O nasıl söz, baba, ağzından yel alsın. Sen bize lazımsın, babacığım. Allah seni başımızdan eksik etmesin.

– Neyse, sağ ol, oğlum. Sarah nasıl? Kuzucuklarım nasıllar? Gözümde tütüyor keratalar.

– Babacığım, hepimiz iyiyiz. Sarah’ın selamı var. Çocuklar ellerinden öper. Okullar burada da tatil. Evde oyun oynayıp duruyorlar. Sıkıldılar haliyle. Sarah’ın anaokulu kapanınca, o da çocuklarla vakit geçiriyor.

– Vay! Vay! Vay! Çocuklar çok mutludur okul yok diye. Sen çalışıyor musun?

– Ben çalışıyorum, baba. Ama bir gün gidiyorum ofise, bir gün evdeyim. Virüs nedeniyle personel seyreltmeye gittiler, yılsonuna kadar böyle olacakmış. Aslında ben yönetici olduğumdan her gün gitmem gerekiyor. Ama Nadia küçük olduğundan ben de diğer personel gibi gidip geliyorum.

– Aman, dikkat edin kendinize, oğlum. Beni merak etmeyin. Hiçbir yere çıktığım yok. Ekmek alıp geliyorum. Bir haftadır gazete bile almıyorum. Telefon, televizyon, yemek, çamaşır, vakit nasıl geçiyor, anlamıyorum.

– Çok sevindim sıkılmadığına, babacığım. Karantina bitsin, istersen seni yanıma aldırırım.

– Yok, yok, yok. Ben yerimden yurdumdan memnunum. Siz gelirseniz gelirsiniz.

– Babacığım, bu aralar olanaksız. Ama bakalım, zaman ne gösterecek? Hadi babacığım, sağlıcakla kal.

– Sen de sağlıcakla kal, oğlum. Gözlerinizden öperim.

– Biz de ellerinden öperiz, babacığım.

* * *

Telefonu kapatıp mutfağa çay demlemeye gitti. Çay makinesine su koyup fişi taktı. Demliğe kuru çay koyup sudan geçirdi. Biraz sonra su kaynamaya başladı. Yalnızca beş-altı dakika geçmişti. Artık her şey ne kadar kolaylaştı diye düşündü. Fakat hiçbir şeyin lezzeti, kokusu aynı kalmıyordu. Yıllar önce Ordu’nun Perşembe ilçesinde Uzun Saçlı’nın yerinde içtiği çayın tadı, rengi, kokusu aklına geldi. Sonra mahallenin bahçıvanı ‘Dede’nin üç tekerlekli tablada sattığı yerli domatesin kokusu, lezzeti hâlâ damağındaydı. O güzelim Antep üzümlerinin, o Misis salatalıklarının bayıltıcı kokusu, tadı da…

Telefon çaldı yeniden. Az önce küçük oğluyla konuşmuştu. Büyük de dün aramıştı. Kim olabilir acaba diye düşünerek salona geçti. Tanımlayamadığı bir korkuyla ürpererek telefona baktı. Küçük oğluydu. “Eyvah!” dedi içinden, kötü bir şey oldu. Koltuğa adeta yığıldı. Açtı telefonu. Oğlu çığlıklar atıyordu. Şaşkın ve çaresiz, oğlunun sakinleşmesini bekledi.

– Baba, benimle birlikte yurtdışı bursu kazanan Cavit vardı ya, hani, liseden. 19 Cavit, hani Sorbonne Üniversitesi’nde okumuştu. Sonra da kimya yüksek lisansı yapmıştı.

– Evet, evet, hatırladım. Okulda futbol oynarken zenci bir topçuyla çarpışmış da ayağı kırılmıştı. O çocuk değil mi?

– Ta kendisi, babacığım. Cavit doktora yaptıktan sonra da Pasteur Enstitüsü’nde araştırmacı olarak çalışmaya başlamıştı.

-Eeee?

– Sıkı dur, babacığım… Cavit, koronavirüs ‘Covid-19’ için aşı geliştirmiş. Senle görüştükten sonra o aradı. Sık sık görüşüyoruz zaten. Sarah’ın yakın arkadaşı Sofia’yla evli. O verdi müjdeyi.

– Çok sevindim, oğlum. Gurur duydum. Onun adına, ülkem adına, insanlık adına… Ne mutlu ona ve ailesine.

– Tabii, aşının gerçek anlamda kullanıma sunulması için aylar süren bir zaman gerekiyor. Cavit yaklaşık üç aydır çalıştığından ve pandemik bir sorunla karşı karşıya olduğumuzdan, bilim kurulu olağanüstü toplanarak en azından işin bürokratik seyrinin hızlanmasını sağlayacaklarını taahhüt etmişler. Bilim kurulu üyelerinden birinin de Covit-19’u pozitif çıkmış, öyle sanıyorum, en geç iki hafta sonra aşı üretilmeye başlanacak.

– Çok mutlu oldum. Cavit’le görüştüğünde yürekten kutladığımı söyle. Yanaklarından da öp. Aşı bulunduğuna göre öpmen tehdit oluşturmaz. Kendinize iyi bakın, yavrum. Allah hepinizi esirgesin.

– Seni de, babacığım. Ben de çok mutluyum. Bizim tembel olduğumuzu, yeteneksiz olduğumuzu düşünen önyargılı büyük bir kitle var burada. Onların yüzüne tokat gibi indi bu. Bir Türk olmasının yanı sıra o benim arkadaşım, baba. Kaç yılların arkadaşı hem de… Şimdi şakayla karışık “Covid Cavit” diyoruz ona. Görüşürüz baba. Görür görmez sarılıp senin yerine öpeceğim.

* * *

Telefonu kapattı. Günlerdir psikolojisini bozan esaret sona erecekti. Artık istediği gibi kırlara çıkabilecekti. Yürüyüşler yapabilecekti. Güneşin, rüzgârın, çiçeklerin, böceklerin farkına varabilecekti. Doğada kendi iç sesini dinleyecek, karbondioksit ve kükürt kokusu yerine çeşit çeşit çiçeğin kokusunu ciğerlerine dolduracaktı. Trafik gürültüsüyle oluşan kakofoni yerine kuşlardan, böceklerden oluşan muazzam senfoniye kulak verecekti. Televizyon ekranının yapay ışığıyla gözünü yormak yerine, tiyatroya, sinemaya, konsere gidebilecekti.

Birden bir şey hatırladı. Birkaç ay önce Sevde’nin galerisindeki ‘Genç Yetenekler’ sergisinde tanıştıkları emekli kimyager Deniz Hanım’la çok istediği halde bir türlü buluşup bir şeyler yapamamışlardı. Yüzüne büyük bir gülümseme yayıldı. Deniz Hanım da kendisi gibi yalnız yaşıyordu. Ne kadar da hoş bir hanımefendiydi.

O kadar çok ortak yönleri vardı ki üstelik. Klasik müziği seviyorlardı. Beethoven, Vivaldi, Mozart ve Bach besteleri dinlemeyi tercih ediyorlardı. Özellikle ‘Le Quatro Stagioni dell’Anno L’autunno’ ve ‘Für Elise’ parçalarında adeta kendilerinden geçiyorlardı. İkisi de dans etmekten hoşlanıyordu. Birbirlerinden habersiz vals ve tango kursuna gitmişlerdi. Kırlarda, doğa yürüyüşlerinde olmak ikisi için de olmazsa olmazdı. İkisi de çevreci kuruluşlarda gönüllü çalışıyorlardı. Deniz Hanım şiir okumaktan, kendisiyse şiir dinlemekten keyif alıyordu. İçinde bir şeylerin kıpırdadığını duyumsadı. Yüzünde büyük bir gülücükle koltuktan fırladı. Mutfak kapısının arkasında duran uzun saplı temizlik fırçasını kaptı, salona geldi. Müzik yayını yapan kanallarda hızlıca gezindi. Aradığını buldu.

– Pam pam. Pam pam. Paararaaam. Pam pam. Pam pam. Paararaaam.

Fırçayı dam yapmış, salonun ortasındaki boşlukta çılgınlar gibi dans ediyordu. Kollarının arasında Deniz Hanım vardı tüm zarafetiyle. Onu incitmeden dansa devam etti. Müzik bitene kadar… Müziğin bitişiyle birlikte nazik bir reveransla fırçayı kollarında geriye doğru yatırdı. Sonra fırçayı televizyon dolabına dayadı.

Ne ölmesi canım, o da nereden çıktı. Yaşamak gibisi var mıydı? İçinde kelebekler uçuşuyordu. Gregor Samsa gibi başkalaştığını duyumsadı. Yok, yok, şu son birkaç dakika içinde yaşadığı gelişmeler kendisinde Benjamin Button etkisi yaratmıştı. Oysa az önce ölüme ne kadar yakın bir ruh hali vardı. Şimdiyse kendisini bir lise öğrencisi gibi hissediyordu artık. Telefonu aldı eline. İçi içine sığmıyor, yüreği pır pır ediyordu. Deniz Hanım’ın güzel ve anlamlı yüzü gözlerinin önünde, numarası ise parmağının ucundaydı. Otuz saniye sonra da ezgili şiirsel sesi kulaklarında…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar