EDEBİYAT 

AŞK AŞISI (2)

26 Temmuz 1874 Pazar günü Paris’te Seine Nehri’nin kuzey kıyısında yükselen gotik mimarinin en önemli yapıtlarından biri olan Notre Dame Katedrali’nde ayin biteli otuz dakika olmuştu. Cemaatten sona kalanlar yapıyı tek tek terk ediyorlardı. Bu muhteşem binanın batı cephesinde dantel gibi işlenmiş taş duvarlarıyla iki yüksek çan kulesinin arasında kalan görkemli ahşap giriş kapısının önünde Paris Başpiskoposu Guibert ve yanındaki din adamları Paris gündeminin kritiğini yapıyorlardı. Başpiskopos Guibert:

– Ulu Tanrıya şükürler olsun ki geçtiğimiz perşembe günü Fransız Ulusal Meclisi’nde yapılan toplantıda Fransa-Prusya Savaşı sırasında hayatlarını kaybedenler anısına görkemli bir bazilika yapılması kararı çıktı.

Siyah cübbesinin kordonunu göbeğinin altından bağlayan, oldukça kilolu ve ter içindeki din adamı:

– Efendim, duyduğum andan beri çok heyecanlıyım. Mekân olarak nereyi düşünüyorsunuz?

– Montmartre… Montmartre, Paris’in tarihinde her zaman dini bir yerleşim yeri olmuştur.

Uzun boylu, uzun boyunlu, oldukça zayıf, sarışın din adamı – ki uzaktan bir deve kuşunu çağrıştırıyordu, ileri doğru fırlamış dişlerinin arasından:

– Ne kadar isabetli bir düşünce, muhterem başpiskopos… Orası Galyalı Druidler için de kutsal bir yerdi, Mars ve Merkür için Antik Romalılar tarafından ithaf edilen tapınaklarla Paris’in en eski kilisesi olan Saint-Pierre de Montmartre de orada.

Başpiskopos Guibert:

– Evet, kardeşlerim, öyle. Paris’in en yüksek rakımında Basilique du Sacré-Cœur olacak. Tüm Paris ayaklarının altında olacak ve şehrin her yerinden görünecek. Önümüzdeki ay bir yarışma başlatacağız.

* * *

Seine Nehri’nin güney sahilindeki Saint Germain semtindeki küçük laboratuvarında, kırçıl sakallı bir bilim adamı deney yapıyordu. İyice yemeden içmeden kesilmişti. Biri uyarmasa su bile içmeden gecesini gündüz ediyordu. Balık etli, güler yüzlü sempatik Madam Bisset, elindeki tepsiyle içeri girdi. Tepside iki taze kruvasan, bir tabakta avuç içi kadar edam peyniri ve bir kadeh beyaz şarap vardı.

– Yeter artık Monseieu Pasteur, gözlerinize yazık.

Beyaz önlüğü ve gözlüklerinin ardındaki torbalanmış göz kapaklarıyla yaşından çok daha büyük gösteren bilim adamı, elindeki tüpü tezgâha bırakarak yorgunluktan bitkin bir halde masasına yığılırcasına oturdu. Yorgun olmakla birlikte inançlı halinde bir tavsama yoktu.

– Haklısınız madam. Bu araştırmalarımın sonunda ya başarıya ulaşacağım ya da gözlerimi, hatta tüm sağlığımı yitireceğim. Sizi temin ederim ki sonuca çok yakınım. Bunu hissediyorum.

* * *

Beş ay sonra.

28 Aralık 1874, Pazartesi. Mimar Armand-Claude Mollet’in en önemli projesi olan Elysee Sarayı’nda.

Büyük Salon’daki mimari proje yarışması üç buçuk saatin sonunda bitti. On iki projenin katıldığı yarışmaya, demir işçiliği alanında uzmanlaşmış bir mühendis olan Gustave Eiffel şaşırtıcı biçimde katılmamıştı. Yarışmayı Fransız mimar Paul Abadie kazandı. Diğerlerine göre sonuca daha yakın olan mimar Lucien Magne, kendinden o kadar emindi ki yarışma sonucu moralini çok bozmuştu. Başpiskopos Guibert, mimar Paul Abadie’ye yaklaşarak ellerini avuçlarının içine aldı:

– Tebrik ediyorum kardeşim. Bu projeyi Fransız halkı dişinden tırnağından artırdıklarıyla tamamlayacak. Bu proje Paris’in en önemli yapısı olacak ve Prusya Savaşı’nda yaşamını yitirenlerin aziz anısını yaşatacak. Ulu Tanrı yardımcın olsun.

Mimar Paul Abadie mutlu bir yüz ifadesiyle:

– Yüklendiğim sorumluluğun farkındayım efendim. Endişenizi anlıyorum. Sizi mahcup etmeyeceğim. Dünya var oldukça bu eser de var olacak ve Prusya Savaşı’nda ölenlerin aziz ruhu huzur bulacaktır.

Mimar Lucien Magne, diğer mimarlardan çok daha hızlıca ve son derece üzgün bir ruh haliyle toparlanıp hızla salonu terk etti.

* * *

Altı ay sonra.

16 Haziran 1875, Çarşamba, saat 10.00. Montmartre Tepesi tarihinde ilk kez bu ölçüde bir kalabalığa ev sahipliği yapıyordu. Kimler yoktu ki… Asiller, din adamları, askerler, heykeltıraşlar, inşaat işçileri, taş ustaları, dülgerler, şık ve zarif kadınlar, evsizler, ressamlar… Tüm Paris halkı orada olmalıydı. Mahşeri bir kalabalık toplanmıştı. Başpiskopos Guibert’in kutsadığı mimar Paul Abadie’nin elindeki kazma havada ıslık çalarak bir yay çizdi ve tepedeki düzlüğün kalbine küçük bir toz bulutu kaldırarak saplandı. Kalabalık dalgalandı, bir alkış tufanı koptu. İnşaat başlamıştı.

* * *

6 Temmuz 1885, Montmartre Tepesi.

Roma-Bizans stili kilise inşaatının temel kazısı bitmişti. Çukurun içinde temel aplikasyonu yapılmış ve temel duvarlarına ait ilk temel taşları yerleştirilmeye başlamıştı. Yüzlerce işçi ve taş ustasının çalıştığı inşaatta temel duvarına ait taşların görüntüsünden ortaya çıkacak yapının azameti anlaşılabiliyordu.

Yemek molası veren işçilerin dikkatini inşaatın yüz metre ötesinde başını gövdesine gömmüş sinik bir sokak köpeği çekti. Köpek kendi içine kapanmıştı. Bu bölgede varlıklarını sürdüren köpeklerden değildi. İşçiler bir tuhaflık olduğunu düşünerek birbirlerine gösterdiler. ‘Yarma’ lakaplı taş ustası Jardin, yerden aldığı bir taş parçasını fırlatarak onu uzaklaştırmak istedi:

– Hoşt, pire torbası!

Taş çok yakınına düşmesine karşın köpek kıpırdamadı. Gözleri kanlanmıştı.

Durumu sakince izleyen ve hayatın rutininden sıkılmış olan işçiler Jardin’e ağız dolusu güldü. Köpeğin gitmeyeceğini anlayan başta Jardin hepsi yemeklerine döndü.

Madam Bisset, Montmartre Tepesi’nin batısındaki ‘de la Mire’ sokağındaki Gilbert ustanın çerçeve atölyesine Mösyö Pasteur’e ait bir tablo bırakmıştı. Sokak ressamlarının arasından geçerek tepedeki düzlüğe ulaşmıştı ki sekiz-dokuz yaşlarındaki bir çocuk koşarak yıldırım gibi yanından geçti. İnşaat alanına daldı. Arkasından da afacan mı afacan bir çocuk:

– Hey, Joseph! Joseph dur!

– Haydi Jupille! Kolaysa sen durdur.

Joseph, inşaat alanını namludan fırlayan mermi gibi geçti. Köpeği henüz görmemişti. Köpeği iyice yaklaştığında fark etti. İçe kapanmış miskin miskin pinekleyen köpek sihirli bir değnek değmişçesine canavarlaşarak Joseph Meister’in üzerine atladı. Dişlerini kaşla göz arasında Joseph’in baldırına geçiriverdi. Ağzından salyalar akıyordu.

Aniden yaşananlar olaya tanık olanların kanını dondurdu. Joseph, birkaç çığlıktan sonra bayıldı. Baldırı kana bulanmıştı. Kendini ilk toparlayan Jardin oldu. Hemen yetişip elindeki madırgayı onlarca kez köpeğin başına geçirdi. Bir taraftan da bas bas bağırıyordu:

– Kuduz bu, kuduz! Tanrı’nın cezası kuduz köpek!

Tüm bunlar saniyelerle sınırlı bir zamanda oluverdi. Jupille de şoka girmişti. Çevredekilerin uyarısıyla koşa koşa evlerine, Joseph’in annesine haber vermeye gitti.

Çocuğu kucağına alan Jardin, nefes aldığını anlayınca, “Hemen bir doktora götürelim” diye ortaya bağırdı.

Madam Bisset, o sırada meydana varmıştı. Jardin’e yaklaşıp:

– Benim patronum kuduz araştırmaları yapıyor. Ona götürelim.

Biraz sonra zavallı Madam Meister da tepeye gelmişti. Madam Bisset’nin önerisiyle umutsuzca, bir faytona bindiler. Madam Bisset, arabacıya:

– Saint-Jean-Baptiste-de-La-Salle Kilisesi’ne, lütfen, çabuk.

* * *

İstanbul. Yıldız Sarayı’nın bahçesi… Sultan Abdülhamit ve Çerkez güzeli Nazikeda Baş Kadın Efendi, güllerin içinde günün yorgunluğunu atmaya çalışıyorlardı. Birçok bahçıvan çevrelerindeki çiçeklerle uğraşıyordu. Biri canlılığını yitiren yaprakları yerdeki teskerenin içine yığıyor, biri elindeki bağ bıçağıyla kuru dalları gövdesinden ayırıyor, bir başkası tırmıkla yerdeki yaprakları dal parçalarını yığın haline getiriyordu. Haremağası, dev gibi cüssesinden beklenmeyen çeviklikle yanlarında bitti. Saygıyla bir reverans yaparak:

– Ulu hakanım…

Sultan Abdülhamit ve Nazikeda Baş Kadın Efendi, bekledikleri bir haberi alacaklarmış gibi bir ifadeyle haremağasına baktılar.

– Naciye cariyenizi kaybettik sultanım. Başınız sağ olsun.

Nazikeda Baş Kadın Efendi’nin tepkisiz yüz ifadesine karşın Sultan Abdülhamit’in yüzü kederlendi. Hüzün bulutları geçti gözünden. Metanetini koruyarak:

Allah rahmet eylesin. On gündür karantinadaydı. Merhumeyi kimseyle temas ettirmeyin. Hekimbaşı’nın murakabesinde kireçleyip defnetsinler. Şeyhülislam Ahmed Esad Efendi’ye de haber edin. Cenaze namazını gıyabında kılacağız. Kabrinin üstünü, etrafını da kireçlesinler.

– Emriniz baş üstüne sultanım.

Haremağası önce geri geri adımlar atıp geldiği gibi hürmetle sultanı selamlayarak uzaklaştı.

* * *

Arabacı, atları kırbaçladı. Atlar hızlandı. Tekerleklerin çıkardığı sesler sokaklarda yankılanıyordu. Saint-Jean-Baptiste-de-La-Salle’nin hemen batısındaydı laboratuvar.

Alelacele laboratuvara girdiler. Joseph araba sarsıntısının ve serin havanın etkisiyle kendine gelmişti; ama canı çok yanıyordu. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Çaresiz anne Madam Meister:

– Lütfen yardım edin mösyö. Joseph’i kuduz bir köpek ısırdı. Lütfen kurtarın onu.

Louise Pasteur’ün, laboratuvarında ürettiği kuduz aşışı hayvanlar üzerinde denenmiş ve başarılı olmuştu. Ancak insan üzerinde hiç denenmemişti.

– Üzgünüm madam. Ben doktor değilim. Bu dediğinizi yapamam.

Madam Bisset, yolda Pasteur’ün araştırmalardan ve hayvanlar üzerindeki başarısından söz etmişti.

– Umurumda bile değil bayım, bu benim çocuğum ve göz göre göre ölüme terk edemem. Yalvarıyorum size, kurtarın yavrumu.

– Söylediklerimi anlamadınız sanırım madam. Ben bir kimyagerim. Hekim değilim. Aradığınız şifa bu laboratuvarda değil. Zaman kaybetmeyin, bir an önce çocuğu bir hekime gösterin.

Madam Bisset, böyle bir karşı koyuş beklemediği için şaşkındı. Madam Meister yalvaran bir ifadeyle:

– Lütfen bayım. Eşim tanınmış bir avukattır. Emeğinizin bedelini fazlasıyla öder.

– Bakın hanımefendi, tabipler konseyi doktor olmadığım halde deneyler yaptığım için bana savaş açmış durumda. Yeterince başım dertte. Size yardım edemem. Lütfen hastanızı alın ve laboratuvarımı terk edin.

Madam Bisset mahcup, Joseph acılar içinde, Madam Meister aciz kalakaldılar. Louise Pasteur’ün kararlı tavrında en ufak bir tavsama olmayınca acılar içindeki Joseph ile Madam Meister laboratuvarı terk etmek üzere toparlandılar. Mahcubiyetten perişan haldeki Madam Bisset onlara yardımcı oldu. Laboratuvarı terk etmek üzere kapıya varmışlardı ki az önceki katı iradeyi gösteren Louise Pasteur’ün yüzü kederle gölgelendi. Gözleri dolu dolu oldu. Sakalına doğru yuvarlanan yaşları gizlemek için deney tezgâhına doğru yüzünü dönmüştü bile.

– İKİNCİ BÖLÜMÜN SONU –

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar