AHMET HAMDİ ÖNAL’IN YAŞAMINA KISA BİR DEĞİNİ
-ADANA-
Ahmet Hamdi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin dördüncü kuruluş yıldönümünde, 23 Nisan 1927’de Diyarbakır’da doğdu. Bebekken annesi Sâre’yi kaybetti, bu yüzden hayatı babasının yeni eşleriyle devam edecekti. Sekiz kardeşin en küçüğü olan Ahmet Hamdi, babasının memur olması nedeniyle Diyarbakır’dan sonra Siverek’le tanıştı. Okuma yazmayı ilkokula gitmeden önce öğrenen Ahmet Hamdi, ortaokulu Urfa’da, liseyi yatılı olarak Afyon’da okudu.
‘Ahmet Hamdi’ adı büyük bir kitleye pek de tanıdık gelmemiş olmalı. O, edebiyat çevrelerinde, başka bir adla tanınan, ilk şiir kitabıyla da Türk şiirine damga vuran efsane şair Ahmed Arif’tir. Şiir sanatında ilk Afyon’da kendini gösterdi. İlk şiiri Seçme Şiirler Demeti Dergisi’nde 1940’ta yayımlandı ve 10 lira telif ücreti aldı. Aldığı 10 liralık telif ücretinden daha büyük bir kazanım ise dedesi yaşındaki Neyzen Tevfik ile aynı dergide yer almasıydı elbette.
Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’nde okudu. 1951 ve 52’de iki kez tutuklandı, bu nedenle yükseköğrenimini tamamlayamadı. Çeşitli gazetelerde çalıştı. 1968 yılında ilk ve tek kitabı ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ çıktı ve korsanlar dışında onlarca baskı yaptı. Yine aynı adla kendi seslendirdiği şiir kaseti 20 binden fazla sattı.
Ahmed Arif’in annesi Kürt, babası Kerkük Türkmenlerindendi ve çocuk yaştan itibaren yaşadığı bölgenin bir getirisi olarak Arapça, Zazaca ve Kürtçe dillerine de fazlasıyla hâkimdi. Bu sebeple çocukluğunda ilginç bir iddianın başkahramanı olacaktı. Kerküklü Ahmet için iddiaya girmişlerdi.
“Çok iyi hatırlıyorum. Biz oyun oynuyoruz, üç adam bahse girmişler. Üç adam ama biri Arap, biri Kürt, biri de Zaza… Biri diyor ki beni göstererek: ‘Bu çocuk Arap…’ Öteki diyor ki: ‘Yok yahu, bu çocuk Kürt…’ Üçüncüsü, ‘Bu, ne Arap ne de Kürt… Bu çocuk Zaza’ diyor. Biz oynuyoruz, onlar konuşmalarımızı dinliyorlar herhalde. Aralarında anlaşamayınca bir esnafa soruyorlar, ‘Bu çocuk nedir?’ diye. Beş lirasına bahse girmişler. O zaman büyük para tabii. Esnaf, ‘Üçünüz de yanıldınız’ diyor. ‘Bu çocuk Türk…’”
Aldığı dini eğitimin de katkısıyla Küçük Ahmet, henüz 4-5 yaşlarından itibaren kardeşlerinin kulağına tekbirle adlarını fısıldardı. Yine yetiştiği coğrafya nedeniyle çeşitli yeteneklere sahip olan Ahmed Arif henüz küçük bir çocukken at binmeye başladı. At binmekte oldukça mahirdi, yalnızca şahlanan atlara binerdi. Çocukluğundan itibaren hep adaletin peşindeydi, zerre haksızlığa tahammül edemiyordu. Hele sevdikleri söz konusuysa bu daha da şiddetli olurdu.
“Şunu söyleyeyim. Çocukluğumda öyle sanıyorum ki kendim için hiç kavga etmedim. Ama arkadaşlarım için, mahalle için, okul ya da sınıfım için çok kavga ettim. Bu benim yapımdan geliyor. Yani şimdi biri sana hakaret etse, biz gazinodayız, biz bir kahvedeyiz, parktayız, en çok senin ve senden sonra en yakın arkadaşın alınması lazım, değil mi? Ben bugün gelip tanışmış olsam bile seninle, senden önce o herifi ben parçalarım.”
Ahmed Arif birçok şaire hayrandı, Faruk Nafiz, Nâzım Hikmet, Orhan Veli, Cemal Süreya ve daha nicesi. Ancak özellikle Cemal Süreya ve Nâzım Hikmet onun için bambaşkaydı.
O yıllarda yazdığı şiirler biraz Nâzım Hikmet, biraz Ahmet Hamdi Tanpınar, biraz Ahmet Muhip, biraz Cahit Külebi, biraz Behçet Necatigil kokuyordu. Bunlarla beslene beslene, bunları sindire sindire, yalpalaya yalpalaya ama hiçbir zaman iyinin altında yazmayarak kaliteli şiirlere imza attı.
Halkı ve sevdasından gayrısını övgüye layık görmeyen Ahmed Arif, “Ben soyumla değil, ancak halkımla övünebilirim. Halkımdan gayrısını da övgüye layık görmem. Bir de sevgiliyi elbette… İlle de sevgiliyi…” diyor.
Gençlik döneminde kaleme aldığı onlarca şiirin çoğu elinden uçup gitmişti, bunlar bazen bir kız arkadaş, bazen de polis tarafından alıkonuyordu.
“Defterler dolusu şiir vardı. Gecede 8-10 sayfa yazardım. Elbet kaliteli olanı vardı, olmayanı… Her biri bir kızda kaldı. Birçoğu da poliste… Geri alamadım, vermiyorlar…”
“Ben şiirleri çok bekletirim. Mesela şimdi yirmi yıldır hiç dokunmadığım şiir var. Öyle kalsın… Damıtılsın… Bir yere takılmışımdır. Oraya layık, oraya yakışan bir bölüm oluncaya kadar beklesin. Çünkü başı sonu iyi, arada bir yer sıradan, esnaf işi olmasın… Ben, buna çok saygı duyarım.”
“‘Maviye/ maviye çalar gözlerin’… Bu iki mısra var ya, belki bir on yıl değil, daha fazla, çok daha fazla bekledi.”
“Günde dört paket Bafra içiyordum” diyen Ahmed Arif, sigara içerken bile sigaranın kokusuna tahammül edemiyordu. O yüzden sigara içilen ortamlardan olabildiğince kaçan şair, ilerleyen yaşlarında sigarayı tamamen bırakmıştır.
Şiirde mertliği ve yürekliliği şiar edinen şair, en yürekli kahramanları kendine kardeş ve ağabey bilmekteydi. Bir Spartaküs hayranıydı.
Sanat çevresi çok geniş olan şair, bazı akşamlar Orhan Veli ve hemşerisi Cahit Sıtkı Tarancı’ya şiirlerini okurdu.
“Orhan Veli de benim şiirimi bilirdi. Büyük hayranlıkla, büyük saygıyla karşılardı. Cahit Sıtkı da öyle… Hüngür hüngür ağlardı. Kaç kere okutmuştur bana ‘Otuz Üç Kurşun’u, ‘Karanfil Sokağı’nı… Her seferinde Cahit Abi ağlardı.”
Ahmed Arif özellikle geceleri şiir yazardı, gece saatleri en sevdiği saatlerdi. Gecenin de ötesine geçen şaire rüyasında mısralar geliyor ve şair gece kalkıp bunları kaleme alıyordu. Leyla Erbil’e “Leylim” derken belki de eşzamanlı olarak geceye de sesleniyordu.
“Ben çocukluğumdan beri gece rüyamda şiir okurum, mısra söylerim.”
Bu şiirlerden biri:
“Alnımızın aklığında puşt işi zulüm/ ve cânım yarı geceler/ çift kanat kapılarına karşı darağaçları.”
Yattığı Sansaryan’dan sonra yollandığı Harbiye’deki bir hapishane sonradan şiirlerinde yer alacak ilginç bir özelliği taşıyacaktır. İçeri girdikten sonra hücresinin duvarında “To be or not to be” ile birlikte aynı anlamı taşıyan on dokuz farklı dilde yazıyla karşılaşmıştır. Şair bu on dokuz satıra yirminci satırı Türkçe olarak eklemek ister. Ve on dokuz satırın altına bir toplama çizgisi çektikten sonra çizginin altına “Ya herro ya merro” yazar. On dokuz farklı dili, on dokuz farklı kalbi, işkence görmüş on dokuz bedeni kendi bedeninde toplar ve daha sonra “‘To be or not to be’ değil./ ‘Cogito ergo sum’ hiç değil” mısralarını “Unutamadığım” şiiriyle tarihe not düşer.
Ömrünün en güzel yılları çeyrek ekmek verilen parmaklıklar ardında geçen şair “polishane”, “kodes”, “dam” kelimelerinden hiç hoşlanmazdı. Ahmed Arif hapislik mahpusluk yeri için en güzel ismin “Makam-ı Yusuf” olduğunu düşünür, o da Yusuf Peygamber gibi şerefli bir dava için zindanlarda kaldığından bu tabire bayılırdı.
Her tür müzik ilgisini çeker ancak halk müziğine özel bir ilgi duyardı. “Şark Bülbülü” unvanına sahip Celal Güzelses ve Ruhi Su hayranıydı. En beğendiği tiyatrocu Yılmaz Gruda için, “Yılmaz gibi yiğit kolay dünyaya gelmez” derdi.
Sevgilisine benzediği için Rossana Podesta ve Lizabeth Scott’u çok beğendiğini söyleyen şair için yıldızlardan birinin sarışın, diğerinin esmer olması da oldukça ilginç bir meseledir.
Mercimek çorbasını seven şair, kendi ekmeğini ve sütünü kendi alır, arada çiğköfte yapıp dostlarının kapısını çalardı.
Sevdanın ve kavganın şairiydi. Ahmed Arif; bütün bir ömrünü kavgası ve sevdası için harcadı, “Ben büyük değilim. Halkımın sıradan ve gariban bir ozanıyım. Buna inanıyorum ve onur duyuyorum” diyerek tevazuu hiç elden bırakmadı.
Çok sevdiği ve Türk şiirinin atom bombası olarak gördüğü Nâzım Hikmet’in ölüm yıldönümünden yalnızca bir gün önce, 2 Haziran 1991’de geçirdiği kalp krizi sonrası hayata veda etti.
Geride sadece şu arzusu kalmıştı:
“Ben buralarda, bu hastanelerde, bu topraklarda değil, gene oralarda, Dicle kıyısında bir çadırda ölmek isterim. O kadar güzel ağıt yakar ki o kadınlar… Hiçbir müzik o kadar dokunaklı olamaz…”