EDEBİYAT 

BİR DALGA KÖPÜĞÜ VE NEHİR KIZI

Gececil saatlerin nehri akar,/ sonsuz sabah olan kaynağından.” – Miguel de Unamuno

Annemin babamı neden öldürdüğünden hâlâ emin değilim. Bana kalsa en fazla herkes kadar mutsuzlardı ve babam gördüğüm adamların çoğundan daha sevimliydi.

Tarih 27 Ekim 2021. Hava aydınlık, meteorolojinin yağmur uyarılarına rağmen gökyüzü bulutsuz ve güneşli. Kaldırım taşlarında turuncuya dönmüş ağaç yaprakları ile karşılaşmasanız bugünü serin bir bahar akşamüstü ile karıştırmak işten değil.

Babam Arturo, artık eskisi kadar iş alamadığı dedektiflik bürosundan erken çıkar, tahminime göre saat 15.00’ı biraz geçmektedir. Her zamanki gibi eve yürüyerek gelecek ve tanıdık tanımadık her gördüğüne selam verecektir. Bürosunun hemen yanında tezgâhı olan Manav Hüseyin Amca (M.H.A.), son yolcuğunun başlangıcı olur.

M.H.A.: Neşesi pek yerindeydi, zaten bunca senedir somurttuğunu hiç görmedim, birbirimize sık takılırdık, o gün de memleketteki en kötü avokadoların benimkiler olduğunu söyledi. ‘En azından hâlâ yiyeni var, oysa insanlar her gün öldürülmeye devam ediyor ve sen sinek avlıyorsun’ dedim. Pürüzsüz bir çabuklukla tezgâhtan kırmızı bir elmaya uzandı, ‘Çok da umurumdaydı’ der gibi başını hafifçe sağ omzuna doğru yatırıp kaşlarını kaldırarak bir bakış attı yüzüme, elmasını ısıra ısıra yürüdü gitti. O günün son günü olduğunu bilsem ölümden bahsetmezdim.

Babam yürümeye devam eder, şimdiki durağı Kuyumcu Kamuran Efendi’dir (K.K.E.).

K.K.E.: Yana yatmış fötr şapkası ve yakaları dik uzun kabanından tanıdım, yanında yaşlıca bir kadınla yürüyordu. İçeriden gözlüğümü alıp kapının önüne döndüm, kadının poşetlerini taşıyormuş. Gülüşerek ayrıldılar. Her hareketinde kibir ve ağzında insanı yaşadığı günden soğutan sinir bozucu bir gülüş vardı, elindeki armudu ısıra ısıra yanıma geldi. ‘Bugün de ölmemişsin Kamuran Efendi, çocukların veda gününü beklemeye devam edecek’ dedi, güldü, ne zaman görse parama ve yaşıma laf ederdi. ‘Kimin ne vakit gideceği belli olmaz, efendi,’ dedim, ‘zamana güvenme’. Bunu duyduktan sonra alnı karardı, dudakları belli belirsiz yanaklarını böldü ve bir omuz hareketi ile başımın yukarısından uzaklara bakarak yanımdan uzaklaştı. Sonunun ne kadarını öngördüğünü bilemem; ama benim tanıdığım Arturo son sözü söylememe müsaade etmezdi. Münasebetsiz herif, karısını da delirtmiş sonunda, ilk günden beri Eva’yı bu çelimsize kıyasla ağırbaşlı, hanımefendi ve asil bulmuşumdur. Sonu ne olduysa şahidim ki hak etmiştir.

Babamın poşetlerini taşıdığı kadının kim olduğunu bugün dahi öğrenemedim.

Yaklaşık on dakika geçmiştir Kuyumcu Kamuran Efendi’ye varana kadar. Saat 15.10. Babam doğduğu ve öldüğü eve yaklaşır. Artık Pastacı Leia Abla’nın (P.L.A.) önünden geçmek üzeredir.

P.L.A.: İçeride bir müşteri vardı ve elmalı turta siparişi vermişti. Servis yaptıktan sonra vitrin camından gördüm onu. Mahallenin çocuklarının maçına dâhil olmuş, dudaklarının sağ kenarına sıkıştırdığı sigarasıyla elleri uzun, koyu yeşil kabanının cebinde top oynuyor. Karşılamaya çıktım, ‘Herkes koca adam oldu, bir sen çocuk kaldın’ dedim. Bana doğru yürüdü, gözünün altındaki kırışıkları gösterdi; ‘Ben çocuk kaldıysam bunlar ne, pastacı?’ dedi. Uzun süredir görmüyordum onu, yüzüne dikkatlice baktım. Koyu mavi gözlerinin etrafında çukurlar oluşmuş, şapkasının altından yana fırlamış dağınık sarı saçları altınlığını yitirmiş, omuzları alışkın olduğu gibi yayılmak yerine göğsünü geriye itiyor, duruşu kırılmış ama ne vakit gülümsese çocuk olurdu Arturo. Yağmurdan sonra kuşkonmaz yeşili ağaç yapraklarının zümrüt yeşiline dönüşünü andırırdı karşısındakine bakışı; heyecanlı ama olağanca sakin, güçlü ve sahici. Onunla konuşurken birinin sizi rahatsız etmeden ve her söylediğinizi dinleyerek seyrettiğini bilir, anlaşılacağınızı hissederdiniz. ‘Sen böyle gülümsemeyi bildikçe hep çocuk kalırsın, adam’ dedim. Kapı açıldı, içerdeki müşteri hesabını istiyordu. Yarım bıraktığı elmalı turtası gözüne ilişti Arturo’nun, henüz kapanmamış kapıya yaklaşarak içeriden derin bir nefes almaya çalıştı. ‘Senin turtalarının kokusu, uykulu okul yolunu, kulak uzatan bakkal çıraklığını, her akşam pencerede beklediğim babamın eve dönüşünü çağırmasa büyüdüğüm mahallede yaşadığımı hatırlatan bir anı kalmayacak’ dedi. Kapıyı açık tutarak içeriyi gösterdim. ‘Anneminkiler kadar sevmezsin turtamı, bilirim; ama buyur da geçmişle aramızdaki farkı sen söyle’ dedim. Sol yanaktan başlayıp dudaklarının tamamına yayılan hafif bir gülümseme ile karşılık verdi: ‘Başka zaman, pastacı.’ Arturo’yla çocuk yaştan beri herkesten yakındık, pek çok kez birbirimizi kırmamak için istemediğimiz şeyleri düşünmeden yapmışızdır, beni geri çevirdiği vakitleri ne kadar düşünsem de hatırlayamıyorum. O gün, o kapıdan neden girmedi, neden on dakika olsun oturmadı, anlamıyorum. Konuşurken fark edip de üzerine düşmemiştim; ama şimdi düşününce, acaba benimle konuşurken endişeli miydi, ölümüne illa yetişmesi gerekli miydi? Eva, her zaman histerik bir kadındı, evlenmeye neredeyse zorla ikna etti Arturo’yu. Kapıdan içeriye gözü iliştiği vakit dirseğinden kavrayıp zorla masaya oturtmadığım, o gösteriş budalası, sevimsiz ve soğuk kadını mahalleye ilk getirdiği gün terliklerimle kovalamadığım için son günüme dek pişman hissedeceğim kendimi.

Saat, Bakkal Ateş Amca’nın (B.A.A.) söylediğine göre 15.20’lerin bir yerindeyken babam, 15.47’de öldürüleceği evinin apartman kapısına varmıştır. Kapının koluna dalgınlıkla uzanmak üzeredir, öyle ki B.A.A.’yı ona seslenmeden önce fark etmemiştir bile.

B.A.A.: Arturo’yu oğlum sayar öyle severdim. Babası sağ iken başlamıştı yanıma, rahmetli iyi arkadaşımdı. Cenazesini birlikte kaldırdık dedenin, anneni babana ben istedim ve doğduğun gün hastane kapısında yüreği ağzında bekleyenlerden biriydim. Teyzen olmasaydı torun diye yanıma alır, seni de büyütür, okuturdum. Her zaman fırlama, dalgacı bir oğlandı baban, herkese yüreğinin temizliğini göstermeyi beceremezdi; ama onu sevmemek için önce niyet etmek gerekirdi. Ne yapar ne eder kalbine girerdi adamın, kaynağının tatlı su olduğunu kestirebildiğin bir dalga köpüğü gibi alırdı insanı içine, iki merhabanın ardından en mahremini anlattığını duyardın. Herkese gelmez böyle adamlarla yaşamak. Kiminin kökü, derinlerinin devinimini sır gibi saklayan bucaksız nehirlerin kenarlarına yazgılıdır, onların zamanı ağır ve sancılı akarken yanlarında kayıtsızca dakikaları duyumsamayan biriyle hayatı paylaşmak cehennemdir. ‘Hayırdır, evlat,’ diye seslendim, ‘selamı sabahı kayıp mı ettik?’ Güvercin misali döndürdü boynunu, gülümsedi. Yavaşça yanıma geldi, ‘Olur mu, Ateş Baba, sabahımız kalmasa selamımız kalır.’ ‘Yorgun musun, oğlum?’ ‘Yok, baba, dalmışım, işler güçler.’ Mahallede herkes bilirdi Arturo’nun işlerinin iyi gitmediğini, dedektiflik zamanını tüketmiş bir zanaat ama üstüne varmadım. Sağ kolumla sırtını sıvazladım, çocukken gizli gizli yürüttüğü çikolatalardan birini tezgâhtan alıp uzattım. Elinde küçük çikolatanın parlak açık gri paketi ile oynadı, başıyla teşekkür edip kabanının cebine koydu. ‘İyi akşamlar, Ateş Baba’ dedikten sonra sol elini havaya kaldırarak selam verdi, ‘Hayırlı akşamlar, Arturo’. Bir insanın bir başkasını ne kadar sevebileceğini yıllar önce Arturo’nun Eva’yı anlatışını seyrederken anlamıştım. Millet şimdilerde ne derse desin, Eva’yı da severdim. İç dünyası fırtınalı, sedasız, çok güzel bir kızdı, babanı peşinden az koşturmadı. Tam bu iş olmayacak derken ikna olmuştu evliliğe ve dünyalara sahip kılmıştı Arturo’yu. Ne olduğunu bilmem; ama yazık olduğunu bilirim.

Saat, taş çatlasa 15.30 – 15.35. Babam, bir daha çıkamayacağı evine girmiş ve fizik kurallarına göre yer değiştirmesi sıfır bir ömrün sonuna ulaşmıştır.

Teyzemle yaşamayı sevmediğimden değil; ama bana sorsa en azından kendini öldürmemesini öğütlerdim anneme. Memleketini unutmuş bir göçmen kuş gibi sürekli beklerdi annem, ne olduğundan hâlâ emin olmadığım şeyleri.

——————————

Tarih 27 Ekim 2021. Hava kapalı, iki gündür aralıksız yağan yağmurun damlaları kaldırım taşlarının rengini örtmüş, şemsiyelerin dik durmasına müsaade etmeyen nemli bir rüzgâr, insanların önlerine bakarak yürümelerini imkânsız kılıyor.

Annem Eva, her öğleden sonra olduğu gibi evimize on beş dakikalık yürüme mesafesinde, yukarı mahallede tek başına yaşayan teyzemdedir. Teyzem (T.) konuşacak, annem yarım kulağı ile dinler gibi yaparken kırk beş dakika arayla iki sade Türk kahvesi içecektir. İkinci kahvesi biter bitmez bir yere yetişiyormuş gibi aniden yerinden kalkacak, uzun bacaklarıyla evimize giden yolu sık ve gergin adımlayacaktır. Saat, teyzemin söylediğine göre 14.40 ve annem ikinci kahvesini yudumlamakta.

T.: Masalsı bir çocukluğumuz olmadı; ama kimse onun hiçbir zaman mutlu olmadığını iddia edemez, yine de en başından beri bilirim ki onun mutlulukları her zaman süreliydi. Çocukken en neşeli vakitlerimizde bile derin bir yaraya sahip olanlar gibi bir anda ne olduğunu anlamadığımız bir şeyin eksikliğini duyumsar, durgunlaşırdı. O gün de uzak, yoksun ve gezgindi, her zamanki halinden farklı olduğunu düşünmedim. Koltuğun ucuna her an kalkacakmış gibi oturmuş, incecik parmakları ile sigarasını tutarken pencereden dışarıyı seyrediyordu. Ben, o güne ait olmayan şikâyetlerimi sıralıyordum; eski komşuların apartmanı terk etmesi ve yenilerin kapı önlerinde biriken çöpleri, aralıksız yağan yağmurun harap haldeki çatıdan mutfak seramiğine saat başı damlaması ve koca marketlerin hiçbirinde büyüdüğümüz sokaktaki turşucunun lezzetinin bulunmayışı. O akşamüstü yalnızca ‘Oğlanı bayağıdır görmüyorum, hafta sonu getir de seveyim’ dediğimde kafasını kaldırmadan ‘Olur’ dedi, onun dışında anlattığım hiçbir şeye cevap vermez, ‘Yine beni dinlemiyorsun’ dediğimde ise kelimesi kelimesine son söylediğim üç cümleyi tekrarlardı. Ablam çok güzeldi, bir dürtü gibi; zahmetsiz ve mücadelesiz. Güzelliğin, ondan ayrı düşünülmesi olanaksız bir özün parçası olduğunu istemsizce fark ederdi. Bir süre onu seyreden, ellerinin boşlukta hareketi, gergin dudak büküşleri ve kuşkulu kaş çatışları zamanı ağırlaştırır ve seyredeni bugüne yabancılaştırdı. Annem onu ‘Nefesinde bülbül taşıyan zavallı kızım’ diye severdi, ne demek istediğini ben anlamazdım. İnanıyorum ki onu bir tek annemiz anlıyordu, talihsiz ve erken ölümü Eva’yı doğduğu toprağa yabancı, endemik bir nehir bitkisi gibi yapayalnız kıldı. Bizler onun için bir yabancıdan farksızdık, çoğu zaman aynı dili bile konuşmuyorduk. Yıllar sonra Arturo çıkageldi, dakikalarla dalga geçen, gayretsizce kendini herkese sevdirebilen, gözleriyle her an gülümseyen adam. Ablamla varoluşları taban tabana zıt bu adamı kabullenmem epey zaman aldı, onu sevmemeyi başaramasam da ilk zamanlar, hep bir tedirginlik içindeydim; ama daha önce hiç görmediğim bir inanç sarmalamıştı Eva’yı, zaman zaman tereddütler yaşasa da babanın yanında anlaşılabileceğini hissediyor ya da umuyordu. İkisini birlikte gören herkes gibi uzun süre dayanamadım, Eva için hiç hissetmediğim kadar heyecanlı ve mutluydum. Senin doğumundan bir yıl kadar önce bugünkü gibi yağmurlu bir akşam hiçbir şey söylemeden kapı eşiğimde belirdiğinde, bunun Arturo’nun suçu olmadığını, ablamın tüm ömrünü anlaşılmazlığın gölgesinde, ‘nefesinde bülbül taşıyarak’ geçireceğini biliyordum. Son gününün akşamüstünde evden çıkmadan önce penceremin kenarında duran tavşankulağı çiçeklerimi izlediğini gördüm. Hülyalı bir beyazlığı pembenin, morun, kırmızının en derin ve baharan tonlarında eriten bu çiçek, annemizin en sevdiği çiçekti. Usulca küçük, beyaz burnunu yapraklarına götürdü. ‘Neredeyse aynı gözüküyorlar; ama benim tavşankulaklarım bir süre sonra katlanılmaz bir koku yayıyor salona’ dedi. ‘Bu çiçekler öldüğünü belli etmez’ diye yanıtladım, yüzü alımlı ve alacalı gözükmeyi sürdürse de bir kere çürüdü mü kökleri kokar, dayanamazsın. Oturduğu yerden küçük yumruklarına bastırarak hızlıca doğruldu, kapıya doğru yürürken yüzünü göremedim, bir şey söylemeden sessizce gitti. Kahvesini henüz bitirmemişti.

——————————

Saat 14.50. Annem Eva, teyzemin evinden çıkmıştır. Her zaman olduğu gibi nerede yürüdüğünün daha farkına varamadan kendini oturduğumuz apartmanın önünde bulacaktır.

Ya da beş dakika henüz geçmiştir ki emin ve tok yumruklar teyzemin kapısını çalar. Gelen Eva’dır.

T.: Şemsiyesi kırılmıştı, beş dakika içerisinde bir insanın nasıl bu kadar ıslanabileceğine anlam veremedim. Siyah saçları dağılmış ve gözlerinin önüne düşmüş, koyu yeşil çantasının omuzluğu, ince topukları ve siyah çorabının sardığı ayak bilekleri çamura bulanmış, sol elinde kırılmış şemsiyesini tutarak kapıda bekliyordu.

Ama gülümsüyordu,” diye ekliyor teyzem, “bulanık ama basit, ölçüsüz ve bütün”. “Yolculuğunun sonunu kavramış bir kahraman gibi…

T.: Sessizce içeri girdi, ‘Şemsiyeni alabilir miyim?’ diye sordu. ‘Ben getireyim’ demeye kalmadan, yatak odamın yanındaki küçük odaya girdi ve elinde şemsiye olmadan çıktı. Bulamadım, ‘Hoşça kal’ dedi çıkarken oysa şemsiyem girişteki ayakkabılıkta duruyordu. Birkaç saat sonra vahim hadisenin haberi geldiğinde irkilerek ve bilinçsizce küçük odama yürüdüm. Belki suçlu hissetmeliydim; ama rahmetli babamızın altıpatlarını dolabımın en alt çekmecesinde bulamadığımda yalnızca eylemsizliğimin utancını duydum. Ardından sızı ve kavrayış; artık mütemadiyen eksik hissetmenin ne olduğunu biliyordum.

——————————

Saat 16.03. Okuldan eve döndüm. Arkası paslı anahtarımı yuvasında döndürmemle birlikte annemin bana topuğu dönük ayakkabısını gördüm. Kapının beş adım ötesinde sırtüstü yatıyordu ve başını lal rengi bir nehre yaslamıştı. Bir kulaç ötesinde sonsuzluk kadar uzak babamı gördüm, kıyıya serilmek üzere olan göğsünde ağaç çilekleri bitmiş bir dalga köpüğüydü. Babamın başında gözyaşı döken Bakkal Ateş Amca içeri girdiğimi fark edip beni kollarının arasında kapıdan dışarı çıkarmadan önce annemle göz göze geldim, artık beklemiyordu.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar