GÜLSEREN BUDAYICIOĞLU UYARLAMALARI ÜZERİNE BİR İÇ YOLCULUK

Türk televizyonlarının son yıllarda en çok konuşulan yapımları… Ama sadece reytingle değil, kalple ölçülen işler. Her sahnesinde bir geçmişin yankısı, her karakterinde bir suskunluk… Ve tüm bu hikâyelerin ardında aynı kalem: Gülseren Budayıcıoğlu…
O, yalnızca yazmaz; çözer, tanık olur, kaydeder. Onun kitapları, bazen bir terapi odasında başlar ama milyonların salonunda yankılanır. Dizilere dönüşen her satır, toplumun bastırdığı bir duyguyu gün yüzüne çıkarır.
Ve biz, her bölümde kendimize biraz daha yaklaşırız.
İşte, o dizilerden bazıları…
TRAVMALARIN RUTİNLE MASKELENDİĞİ HAYATLAR: “MASUMLAR APARTMANI”
Safiye’nin temizlik takıntıları, Gülben’in ezik sesi, Han’ın sevgiyle şiddet arasında sıkışmış hali… ‘Masumlar Apartmanı’, sadece bir apartman değil; bastırılmış duygularla inşa edilmiş bir iç dünya.
Çocuklukta yaşanan ihmalin, sevgisizliğin ve baskının nasıl yetişkinlikte bozulmuş ilişkiler doğurduğunu anlatan bu dizi, “deli” dediğimiz insanların aslında “yaralı” olduğunu gösterdi.
Gülseren Budayıcıoğlu’nun satırları, burada bir sığınak buldu. Ve izleyici, gözyaşlarında kendi kırılganlığını tanıdı.

HER SEANS BİR AYNAYA DÖNÜŞÜR: “KIRMIZI ODA”
“Bana ne oldu?” diye sormayan bir karakter yok ‘Kırmızı Oda’da. Meliha’nın sessiz ağıtı, Alya’nın incinmiş zekâsı, Boncuk’un hayalle gerçeği birbirine karıştıran kalbi… Her biri, bir terapi koltuğunda yeniden doğar.
Dizi, yalnızca psikiyatrik bir anlatı değil; insanın içinden geçen yolların haritasıdır. Doktor Hanım’ın sessizliği, bazen bir annenin yokluğudur; bazen de çok konuşan bir toplumun ortasında susturulmuş bir çocuğun sesi.
Bu diziyle Türkiye, ilk kez kolektif travmalarını ekranda konuşur hale geldi.

KUSURSUZ KADINLIĞIN CAM KAFESİ: “CAMDAKİ KIZ”
Nalan… Hep gülümseyen, hep nazik, hep “iyi kız”. Ama içi paramparça. Annesi tarafından kontrol edilen, sevgiyi hep mesafede arayan bir kadın…
‘Camdaki Kız’, toplumun idealize ettiği kadın rollerinin arkasındaki karanlığı gözler önüne serer. Gülseren Budayıcıoğlu, burada bir kez daha gösterir: Güzelliğin ardı, bazen en karanlık olandır.
Sedat’ın dengesizliği, Nalan’ın sessizliği… Hepsi bize “mutlu görünen” hayatların içindeki boşluğu anlatır.

KADER, SEÇİLMEMİŞ BİR HAYAT MI?: “DOĞDUĞUN EV KADERİNDİR”
Zeynep iki aile arasında bölünmüş bir hayat yaşar. Bir yanda sevgisizliğin yoksulluğu, diğer yanda imkânların sevgisizliği. Bu diziyle Gülseren Budayıcıoğlu, kader kavramını ters yüz eder.
“Doğduğun ev kaderindir” derken aslında şunu sorar: “Sen seçmedin ama bu hayatı kim kurdu? Sevgi eksikse hangi ev kurtarabilir seni?”
Zeynep’in kimlik arayışı, tüm kadınların kendi sesiyle konuşma çabasına benzer.

GÜÇ MASKESİNİN ARDINDAKİ KIRIK ADAM: “KRAL KAYBEDERSE”
Ve şimdi yeni bir hikâye ekranlarda: ‘Kral Kaybederse’…
Kenan… Herkesi büyüleyen, baştan çıkaran, başarıdan başarıya koşan bir adam… Ama içinde hep yalnız kalan bir çocuk…
Bu diziyle Gülseren Budayıcıoğlu, erkeklik üzerine büyük bir soru işareti koyuyor:
Erkeklik güç müdür, sevilmeme korkusu mu?
Kenan’ın kadınları tüketme biçimi, aslında kendi içinin tükenmişliğidir. Her zaferin ardında, yenilmiş bir duygunun fısıltısı vardır.
‘Kral Kaybederse’, yalnız bir adamın değil, yalnız bırakılan toplumların hikâyesidir.

TOPLUMSAL DÖNÜŞÜM: TELEVİZYONDAN TERAPİYE
Gülseren Budayıcıoğlu uyarlamalarıyla televizyon, bir eğlence alanından bir yüzleşme alanına dönüştü. İnsanlar kendi hayatlarını, kendi ebeveynlerini, kendi korkularını bu dizilerde izlemeye başladı.
İzledikçe iyileşen, ağladıkça güçlenen, anladıkça affeden bir kitle doğdu.
Bu diziler, Türk toplumunun yıllardır halının altına süpürdüğü meseleleri açığa çıkardı:
Sevgisizlik, bastırılmış cinsellik, ebeveyn yaraları, toplumsal cinsiyet rolleri, travmalar, sessizlik…
BİR KADININ KALEMİNDEN DÖKÜLEN SESSİZ HAYATLAR
Gülseren Budayıcıoğlu’nun dizileri, yalnızca bir izleme deneyimi değil; bir iç yolculuktur. Biz o dizileri izlerken aslında geçmişimize dönüyor, annemizin dokunuşunu hatırlıyor, sustuğumuz anları yeniden yaşıyoruz.
Çünkü bu diziler, bizimle ilgili. Çünkü bu diziler, “gerçek hayattan alınmıştır” değil, “hayatın ta kendisidir”.