KÜLTÜR-SANAT 

‘ZAMAN’IN CİNSEL POLİTİKASI ÜZERİNE BİR FİLM OKUMASI: “CEVHER”

Virginia Woolf, “Bir kadının hayatı tek bir gün ve o gün de tüm hayatı” derken kadının, içine hapsolduğu zaman ve mekânı işaret ediyordu. Çünkü ona göre kadınlar aslında kendi zaman ve mekânlarını değil, erkek egemen bir tasavvuru yaşıyordu. Bu yüzden, bir kadının kendini özgürce varlaştırabilmesi için “Kendine Ait Bir Oda”sı olmalıydı. Yani kendi zaman ve mekânları… Tabii, burada sorun, sanıldığı kadar soyut ve sofistike değildi; 19’uncu yüzyılda bir kadının, Cambridge Üniversitesi kütüphanesine dahi yanında bir erkek olmadan giremeyişinde olduğu gibi son derece yalın ve açıktı.

Gelin görün ki 19’uncu yüzyılın “Virgina Woolf”undan 21’inci yüzyılın “Elisabeth Sparkle”ına, kadın yine aynı eril imgelemin ‘zaman’larına hapsolmuştu: “GENÇLİK” ve “YAŞLILIK”.

Çünkü hegemonik erkek bakışı, bir kadını sadece gençlik ve güzelliği içinde varlaştırıyordu. Yaşam bir kadın için bu iki uçta salınmaktan ibaretti ve değilse de sadece bir hiçti!

Yazan ve Yöneten: Coralie Fargeat

Sevilmeyi hak eden tek yanım sensin…

Son zamanların tartışma yaratan ve Demi Moore’a da Altın Küre’yi kazandıran ‘Cevher/The Substance’ filmi sahiden Mubi’de söylendiği gibi feminist bir başyapıt mı?

Film, kadınlara dayatılan genç ve güzel olma, öyle de kalma idealini eleştirir gibi görünse de aslına bakılırsa pek öyle değil.

Kendinin en iyi versiyonu olmayı hayal ettin mi hiç?

Demi Moore (Elisabeth Sparkle) – Margaret Qualley (Sue)

Çünkü film boyunca Elisabeth Sparkle (Demi Moore) karakteri genç ve güzel olmak dışında bir varoluşun peşine düşmüyor. Üstelik yaşlanma süreci tam da erkek egemen medya ve sinema sektörünün tasavvur ettiği gibi “zavallıca” resmediliyor. Feminizm, bir kadının politik uyanışı demek, onun bedeni üzerine/üzerinden inşa edilen tüm ataerkil tasavvurların bilincine varması ve onları topyekûn reddetmesi demek. Ama gelin görün ki filmin ana karakterinin hiç de öyle bir derdi yok. “Peki, olanı olduğu gibi işlemek de bir eleştiri sayılmaz mı?” diye sorulacak olursa elbette sayılır. Ancak bu, sözünü ettiğim sebeplerden ötürü o filmi feminist yapmaya yeter mi, emin değilim.

Burada “güzelliğin tarihçesine” giremeyeceğim; lakin Pythagoras’a kadar uzanan altın oran, simetri, ahenk ve de maneviyatla birleşen bir arayıştı söz konusu olan. Yani “güzellik” meselesi, ruh ve beden bütünselliği içinde tartışıldı.

Diğer taraftan patriyarkal sistemin diline pelesenk olmuş “Kadın kadının kurdudur” bakışını onaylarcasına, apolitik Elisabeth Sparkle karakteri daima genç kalmak uğruna şimdiki yaşlılığını da yok ediyor; “yaşlı ben”in ölümü, genç ve hırslı öteki “ben/kadın” eliyle gerçekleşiyor. T24 yazarı Prof. Ayşe Naz Bulamur, filmin gençlik ve yaşlılık haline eşit mesafeden bakmasını ve herhangi birini kutsamayışını önemli buluyor ve bir kadının, kendisine dayatılan genç kalmak uğruna girdiği içsel çatışmayı çok iyi işlediğini ifade ediyordu. Evet, film, “Elizabeth” ve “Sue” karakterleri üzerinden kadınların içine düştüğü ruh halini çok çarpıcı bir üslupla işliyor ancak karakterler bu döngüden kurtulmak için hiçbir çaba sarf etmiyor; tam tersine eylemleriyle, bu döngüyü sürekli onaylıyorlar. Asla “Neden böyle olmak zorunda?” diye sormuyorlar. Bu da bence, filmin kendi önermesini çürütmesine sebep oluyor.

Çünkü film boyunca iki kadının sadece birbirini tüketmesini izliyoruz. Yani kadın bir kez daha, bedenden ibaret sonsuz gençliğe ya da sonsuz yaşlılığa mahkûm ediliyor. Film en başta, psikanalitik analizde ölü bir varoluşu imleyen kırılmış yumurta görüntüsüyle başlıyor, yani kadının varoluş krizine bir gönderme! Diğer yandan grotesk bir tavırla ekrana yayılan parçalanan bedenler, kanlar vb. kadın bedenini pornografik bir et parçasına indirgiyor. Filmin finalinde et yığını içinden koparak inadına şöhret yıldızına yürüyen Demi Moore suratı da bu hırsıyla feminizme pek de göz kırpmıyor.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar