KÜLTÜR-SANAT 

TÜRK FİLMLERİNİN ÇOĞUNDA KADINA “HAYAT” YOK; PEKİ, NE YAPMALI?

Sanatın, toplumsal meselelere reçete sunmak gibi bir misyonu olmadığının, böyle bir beklentinin yaratıcılığın sonsuz potansiyeline ket vuracağının bilincindeyim. Ancak bu misyonsuzluğun “apolitiklik” demek olmadığına da inanıyorum. Sanat nesnel, kapalı, bütünsel bir bağlamı şart koşamaz; evet, bu onun doğasına aykırı bir durum. Ancak sanatçı, içinde yaşadığı toplumu meydana getiren sosyoekonomik, politik, ideolojik maddi koşullardan bağımsız da olamaz. (Gerçi Marx, ekonominin bütünselliğinden bahseder ama bunun yeri burası değil.) Dolayısıyla da bu durum, sanatçıya bir misyon değilse de bir “sorumluluk” yükler. Çünkü sanatın malzemesi insan! Burada, belki de sanatçının kendine sorması gereken: İnsanı, içine doğduğu toplumun verili biçimleri içinde mi konumlandırıyorum; yoksa yüzeyin diyalektik bağlamını açığa çıkaran ve dönüştüren bir yerde mi?

Asıl derdime gelecek olursam, bir süredir “çıkışsızlık”, “sıkışmışlık”, “ikiyüzlülük” temalı öyküleriyle taşraya ya da kentin varoşlarına kilitlenmiş olan sinemamız, tespitten öteye giderek ışığı göstermenin sorumluluğunu yüklenmiyor. Bu çıkışsızlık içinde en çok köşeye sıkışan ise “kadın” oluyor. Çoğu kez sokaktakiyle aynı toplumsal normlar içinde konumlandırılıp aynı normlar içinden çözüm (!) sunuluyor. Yani, senin için umut yok; ya evlenir rahat edersin ya da sürünürsün!

Sözünü ettiğim ışık, toplumsal gerçeklikten uzak romantize edilmiş bir iyimserlik hali değil elbette. “Umut niteliğinin iyimserlikten farkı, mücadele gerektirmesi” diyordu Zülfü Livaneli, bir yazısında. “Kişi, uğruna mücadele ettiği değerlere bağlılığından dolayı umutlu olur.

Bir sanat eserini tek bir bakış açısından ele almanın onun başka boyutlarını kaçırma riski taşıdığı bir gerçek. Ancak toplumsal cinsiyet sorunsalına eğilen film sayısı zaten bir elin parmağını bulmazken ele alınan hikâyelerde dönüp dolaşıp kadın karakterlerin mahkûm edilmesini de görmezden gelmek imkânsız.

Buna en son izlediğim Zeki Demirkubuz’un ‘Hayat’ı da dâhil. Onun sinemasında kadınlar çoğu kez, toksik derecede takıntılı erkeklerin iktidar kurmak istedikleri birer arzu nesnesi; çözülmesi imkânsız birer muammadır. Erkek karakter ona hâkim olamadıkça bir saplantıya dönüştürür ve erkekliğini kadını aşağılayarak yeniden inşa eder; yani kurtarıcı erkek olarak döner. Demirkubuz’un hemen her filminin erkek karakterine, üstüne basarak söylettiği “orrospuuu” sözcüğü basit bir küfür değildir. Sen benim olmadığın sürece, sadece bir orospusun!

Hayat’ ile tematik olarak benzeyen ve dramatik yapısını çok güçlü bulduğum önceki iki filmi ‘Masumiyet’ ve ‘Kader’in ana karakteri Uğur (Derya Alabora, Vildan Atasever) dâhil tüm kadınları; Yusuf’un ablası (Nihal Koldaş), Uğur’un annesi (Müge Ulusoy) erkek egemen dünyada sıkışmıştır. Üstelik Yusuf’un ablası ve Uğur’un küçük kızı erkek şiddeti yüzünden dilsizdir. Kadınlar onun sinemasında düzene boyun eğmiş gibidir. Uğur daha önce denese de çareyi tekrar evlenmekte bulmaz ama o bu dünyaya da direnmez. ‘İtiraf’ta ise Demirkubuz kocasını başka bir adam için terk eden Nilgün’ü cezalandırır. Harun, kendisini aldattığından şüphelendiği karısı Nilgün’e bunu itiraf etmesi için baskı yapar, tartışma esnasında öfkeyle karısının boğazına sarılıp öldürme derecesine gelse de yönetmen ileri gitmesine izin vermez, evli bir adamdan hamile kalan Nilgün’ü işsiz ve yoksul bir hayata mahkûm bırakır; ta ki Harun geri dönene kadar… ‘Hayat’ filminin ‘Asiye Nasıl Kurtulur?’vari karakteri Hicran da tek çıkış yolu olarak evliliği uygun görür. Üstelik ilk başta babasının zoruyla bu adamla evlendirilmek istendiği için evden kaçacak ve başına onca şey geldikten sonra bir çıkış yolu bulamayınca o da Nilgün gibi kurtarıcısına; yani aynı adama dönecektir.

– Masumiyet –
– Kader –
– İtiraf –

Hoş, Zeki Demirkubuz bu minvalde yapılan eleştirilere X’ten verdiği “Kadın meselesini çözmek için film yapmıyorum. Bıkmadınız mı bu liberal yavşaklılardan?” yanıtıyla, duruşunu ortaya koymuştu.

Diğer taraftan ‘Hayat’ filmi bana, Yeşim Ustaoğlu’nun ışık ve ses tasarımıyla beraber muhteşem planlara ve hikâye örgüsüne sahip ‘Araf’ filmini de hatırlattı. Ama Ustaoğlu’nun karakterlerini, özellikle de başrol olan Zehra’yı (Neslihan Atagül) anladığını ve sevdiğini; kamerasının film boyunca kadınların; Zehra ve Derya’nın (Nihal Yalçın) yanında olduğunu izleyici çok iyi hissediyordu. Yine de filmini Yeşilçamvari “Evlendiler ve sonsuza kadar mutlu oldular” ile bitirmeyi tercih etti. Zehra’nın başka birinden hamile kaldığını öğrenince öfkeden deliye dönerek silahını kaptığı gibi bir hayvan barınağını basıp etrafa ateş açan ve bu sebeple hapse düşen Olgun’la (Barış Hacıhan) evlenmesinin onun tek kurtuluşu olacağını düşündü. Hapiste de olsa Zehra’nın bir kocası olması en iyisiydi. Gerçekten Zehra için tek yol bu muydu?

– Araf –

Mubi’de gezinirken senaryosunu Ercan Kesal’in yazdığı, yönetmenliğini Nazan Kesal’in yaptığı ‘Salıncak’ isimli bir kısa filme denk geldim. İki değerli oyuncunun filmi olduğunu görünce merakla açtım. 2013 yapımı filmin ilgimi çeken logline’ı şöyleydi: “Kentin kenarında bir evde genç bir kadının 12 dakikası. Töre, şiddet ve yoksulluğun hayatı zindan ettiği bir kadının radikal kararı.

Sadece TV sesinin işitildiği, diyalogsuz ve tek planda çekilen film, yoksul bir gecekondunun klostrofobik etki yaratacak darlıktaki salonunda açılıyor. Tavandan sallanan bir bebek salıncağı, divanda oturan ve kadının kocası olduğunu anladığımız bir adam (Ercan Kesal), sonradan sahneye giren, kayınpeder olduğunu anladığımız bir başka adam (Ahmet Mekin) görülüyor. Bu üçgen içinde sessizliğe gömülmüş şekilde kaderini yaşayan ve filmin finalinde intihar edecek olan genç bir kadının (Şebnem Hassanisoughi), her günün aynı düzlemde aktığı belli olan bir gününden 12 dakikayı izliyoruz. Evet, filmin senaristi, tek çıkış yolu olarak genç kadına intiharı uygun görüyor. Hem de özetinde bahsedildiği gibi –töre, şiddet– kadını intihara sürükleyen sebepleri hiç işlemediği halde. Yani film, birçok kısa-uzun filmde de rastladığım “esas sorun”u yeterince ortaya koyamadığı gibi, kadın karakteri hem sessizliğe hem de ölüme mahkûm ediyor.

– Salıncak –

Nuri Bilge Ceylan sinemasında ise güçlenen kadın karakterleri görmek sevindirici… ‘Kuru Otlar Üstüne’nin Nuray Öğretmen’i, filmin diğer karakterleri gibi bu küçük taşraya sıkışsa da gelenekle bağını çoktan koparmış güçlü ve özgür bir kadın portresi çizer.

– Kuru Otlar Üstüne –

Ben sanatın, didaktik olarak bir reçete sunmadan da (böyle bir şey zaten sanat olmazdı) biraz olsun ışığı gösterebileceğine inanıyorum – ki bunun birçok örneğine sinemamızın geçmişinde rastlamak mümkün. Ömer Lütfi Akad’ın GÖÇ üçlemesi olan ‘Gelin’, ‘Düğün’ ve ‘Diyet’in Hülya Koçyiğit tarafından canlandırılan kadın karakterleri, töreye, erkek egemen düzene ne olursa olsun başkaldırır ve yola çıkarlar. Metin Erksan’ın ‘Kuyu’ filminin Fatma’sı (Nil Göncü) defalarca kendisini dağa kaçırıp zorla evlenmek isteyen Osman’a (Hayati Hamzaoğlu) ne olursa olsun direnir ve sonunda onu cezalandırır. Atıf Yılmaz ise ‘Aaahh Belinda’ ile hayalleri ve toplumsal gerçeklik arasında bir yere sıkışan kadın karakteri (Müjde Ar) aracılığıyla kadın ve erkek rollerini yaratan toplumsal kodları sorgular. Tevfik Başer’in ‘40 Metrekare Almanya’ filmi, hem sınıfsal hem cinsiyeti ile köşeye sıkışmış karakteri Turna’nın içinde bulunduğu erkek dünyayı çok sert bir biçemle eleştirir.

– Gelin –
– Aaahh Belinda –

Son zamanlarda yine Mubi’de izlediğim ‘İnşallah Erkek Olur’ isimli Ürdün filminde yönetmen, dini kuralların hüküm sürdüğü ataerkil bir coğrafyada dahi kadın karakterine ışığı gösteriyordu. Film, Nawal isimli genç bir kadının, ölen eşinin mirasından hakkını alabilmek için verdiği hukuk mücadelesine izleyicisini dâhil ediyordu. Nawal kocasına ait kamyoneti ehliyeti olmadığı için kullanamaz ve zaten kayınbiraderi de ölen ağabeyinin borcu yüzünden onu Nawal’in elinden almak ister. Üstelik sadece kamyoneti değil, uygunsuz davranışlar sergilediği gerekçesiyle –yeni birine âşık olduğu için– Nawal’in küçük kızının velayetini de talep etmektedir. Ancak filmin sonunda genç kadın, tüm bunların üstesinden gelecek ve final sekansında o kamyoneti acemice de olsa sürecektir.

– İnşallah Erkek Olur –

Yine bundan önce izlediğim, Yunanistan yapımı ‘Her Job’ filminde de, 37 yaşında bir ev kadını olan Panayiota’nın hikâyesini izleriz. Son derece minimal ve akıcı bir anlatıma sahip filmde, hayatı boyunca herhangi bir işte çalışmamış olan Panayiota, ülkesindeki ekonomik krizden dolayı kocası iş bulamayınca radikal bir kararla bir AVM’de temizlik personeli olarak işe başlar. Kocasının onu küçümseyen, alaycı tutumlarına aldırmadan yola çıkar ve böylece hem kendini hem de özgürlüğünü keşfeder.

Velhasıl, yazımı, ‘Gibi’ dizisinden, Yılmaz’ın (Feyyaz Yiğit) hayatın acı gerçeklerinden dem vuran Erkan’a verdiği cevapla bitirmek isterim: “Yaşadığımız yetmiyor bir de senden dinliyoruz hayatın acı gerçeklerini.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar