POLİTİK OLARAK ‘ÖZGÜRLÜK’ SORUNSALI YA DA ‘DASEIN’ OLARAK İNSANIN TRAJEDİSİ: “POOR THINGS”

-İSTANBUL-
Öncelikle, bu film hakkında yazmayı pek düşünmüyordum. Bunun bir nedeni, filmin bende, sanatçı sezgiselliğinden biraz uzak olduğu; filmsel metin üzerine fazla düşünülüp tasarlanmış hissi yaratmasıydı. Elbette her sanatçı eserini tasarlarken yoğun bir düşünme sürecine girer; ancak eser, laboratuvarda çalışan bilim insanı titizliğiyle bir şeyi kanıtlamak derdine düştüğünde, sanata özgü o “esriklik” hali yitiyor gibi gelir bana. (Lanthimos sinemasında bu duyguya sıkça kapıldığımı ve bu yüzden olsa gerek, kendimi onun sinemasına yakın bulmadığımı itiraf etmeliyim.) Diğer yandan, akademinin çok seveceği türden, bol katmanlı olmasına fazlasıyla uğraşılmış, ancak entelektüel izleyici için de sanki her şey, bir o kadar ortadaymış duygusu da vermişti. Her neyse, yine de ideolojik belirlenmişliğimizi yüzümüze vuran mizah yüklü sahneleriyle güldürse de filmi tekrar izleyince hem ele aldığı “özgürlük” sorunsalı açısından hem de fenomenoloji adına tarihin sınıfsal üretim ilişkilerini ve özellikle kadın cinsiyeti aleyhine işleyen patriyarkayı görmezden gelmesiyle sorunlu bir perspektiften baktığını düşündürdüğü için yazma gereği duydum.
Ben bu filmin, Alman dışavurumculara, Faust’a, sürrealistlere vs. göndermelerle dolu, iyi işçilikli biçiminden ziyade “etik” ve “değerler” açısından metnin “iletisi” üzerinde durmak gerektiğine inanıyorum.
Film başarılı bir cerrah olan Dr. Godwin Baxter’ın (Willem Dafoe), hamileyken intihar ederek ölen genç bir kadına (Emma Stone) kendi bebeğinin beynini nakletmesini ve sonrasında onu denek olarak gözlemlemesini konu alıyor.
Filmin kuruluş evresinin ilk repliğini, tıp öğrencilerine anatomi anlatan Dr. Godwin’in, iç organları alınmış bir kadavrayı göstererek söylediği, “Beynin benlik kıvılcımından ve kalpten pompalanan kandan mahrum bir yığın organ. Kasabın tezgâhından farksız.” cümleleri oluşturur. Bu cümleler aynı zamanda filmin esas sorununu; “İnsan içine doğduğu maddi evrenin bir ürünüdür, değilse sadece bir et yığınıdır”ı da ortaya koyacaktır. Dr. Godwin (Kısa adı God), daha sonra, “Peki, hanginiz hayvan ve insan organlarını ayırt edebilir? Tabii bir fark varsa.” der.
PEKİ, İNSANI İNSAN YAPAN NEDİR?
L. Althusser, J. Butler, S. Zizek gibi “ideoloji” konusunda yazan birçok düşünürün de ortaya koyduğu gibi, özne-insan, kendinden önce ideoloji tarafından belirlenmiş; yani aidiyetler, değerler, eylemlerle tasarlanmış bir evrene doğar ve ondan beklenenleri (kadın/erkek olmak, aile, evlilik, annelik, ahlak vs.) doğalmışçasına yaparak özne olma kategorisini sürdürür, yani toplumsallaşır.
Bella, henüz toplumsal olanla karşılaşmadığından; “süper ego”dan yoksun, tıpkı bir hayvan gibi “id/dürtü”den ibaret olarak yaşamını sürdürür. Filmin God’ın evinde geçen bu ilk yarısı siyah-beyazdır. God, dışarının çok tehlikeli olduğunu söyleyerek Bella’nın sokağa çıkmasına izin vermese de onun yeni gelişen cinsel dürtülerini ve dış dünyaya olan merakını daha fazla baskılayamaz. Bella’nın ideoloji yüklü dış dünya ile tanıştığı ikinci yarıdan itibaren film de renklenecektir. Galiba bu biçimle yönetmen, Zizek ve Althusser’in de üzerinde durduğu gibi özneyi kuran ideolojinin paradoksal olarak zorunluluğuna işaret ediyor. Çünkü özne-insan, dünyanın tüm belirlenmişliğine ve belki de bu yüzden de kötülüğüne rağmen “dasein” (var olan) olarak özneleşmek ve yaşamak zorunda; bu zorunlu seçim onun aynı zamanda trajedisi. Çünkü insan sadece “id” olarak varlığını sürdüremez; o, duyguları, tutkuları, merakı olan bir belirsizliktir. Ancak yaşamı nasıl yaşayacağı ve neyi seçip neyi seçmeyeceğine karar verecek iradeye sahiptir, yani özgürlüğe.
Peki, özgürlük, Bella özelinde yönetmenin iddia ettiği gibi her türlü sorumluluktan ve politik olandan uzak olabilir mi?
SORULAR – ÇELİŞKİLER
Bella, evlerine gelen Avukat Duncan’ın (Mark Ruffalo) birlikte Portekiz’e kaçma teklifini heyecanla kabul ederek dünyayı keşfetmeye, tarihin ilk önemli sömürge güçlerinden biri olan Portekiz ile başlar. Tesadüf olmayan bu seçimle yönetmenin politik göndermede bulunduğu düşünülebilir; ancak siyahi arkadaş Harry, Bella’ya, dünyayı iyileştiremeyeceğini söyler ve “Dinlere, sosyalizme ve kapitalizme asla inanma. Umut parçalanabilir ama realizm değil.” der. Yönetmen burada, “İdeolojileri boş ver, hepsi yalan” derken tüm bunlardan bağımsız olarak Bella’nın / öznenin içine doğduğu maddi evreni diyalektik olarak kavrayamayacağı gerçeğini kaçırıyor. Çünkü Bella, “şeylere” (en çok cinselliğe) fenomenoloji gözlüğüyle bakıyor olsa da İskenderiye’de gördüğü acıyı, köleliği, iktidarı ve sınıflı yapıyı yaratan üretim ilişkilerini ve insanın çelişkilerini göremeyecek. Dolayısıyla bu bilince varamadığı için de sorunlu bir “özgürlük” perspektifi taşır. Ki filmin ilerleyen sahnesinde genelevde partnerini seçme hakkına sahip olmadığını anlasa da orada cinsel özgürlük sandığı sömürünün kadın cinsiyeti açısından ekonomi politiğini de asla kavrayamaz. Yani yönetmen, “Realizm parçalanamaz” diyerek gerçekleri işaret etse de tarihsel bağlamı yok sayan bir romantizme düşüyor.
Bella, medeni dünyaya özgü evlilik, aile, aşk, tek eşlilik, görgü, ahlak vb. kurallardan habersiz olduğu gibi modern insanın tutku, kıskançlık, mülkiyet, hırs gibi sofistike dünyasını da anlayamaz. Dolayısıyla Duncon’ın ona olan aşkına ve tutkusuna karşılık veremez.
Lanthimos, Bella karakteri özelinde “özgürlüğün belirlenemezliği”ni överken zavallı, modern dünya insanının, onu tutsak eden önceden belirlenmişliğiyle alay eder ve etrafımızı saran fenomenleri aslında ideolojik öğrenmişlik / belirlenmişlikle yorumladığımızı ima ederek izleyeni fenomenolojiye davet eder; yani dünyanın herhangi bir açıklamasını kabul etmeyerek, şeylere “bir çocuğun gözüyle, sanki ilk kez görüyormuşçasına bakmaya”.
Fenomenolojik bakış, insanı, eylemlerini ve onu çevreleyen toplumsal rolleri, kimlikleri, aidiyetleri belirleyenin ne olduğunu açığa çıkarması bakımından çok önemli. Ancak bu; insana bir sorumluluk da yükler, kendini ve eylemlerini bilme sorumluluğunu. Fakat Bella, filmin finaline doğru aldığı kararlarla çelişkiye düşer. Babası bildiği God’ın, aslında kendisini denek olarak kullandığını öğrendiğinde etik açıdan onu canavar olmakla suçlar. Ama daha sonra aynı yöntemi, önceki hayatından kocası olan General Alfie’ye koyun beyni naklederek cezalandırmak için kullanacaktır. Bu durum, filmin, hem bilim ve etik hem de kadının özgürlük mücadelesini tarihsel ve toplumsal bağlamından kopararak getirdiği, “sadece bir erkeğin (generalin) cezalandırılması” önerisini de tartışmayı zorunlu kılıyor.
Belki de Magritte, insan zihninin tamamıyla özgür olamayacağını söylerken haklıdır.