“ÖLDÜRDÜĞÜN ŞEYLER” YA DA APOLLONCU AYDINLANMADAN DIONYSOSÇU GERÇEKLİĞE

-İSTANBUL-
Not: Spoiler içerir.
Sundence Film Festivali’nden “En İyi Yönetmen” ödülüyle ayrılan ve geçtiğimiz haftalarda vizyona giren Alireza Khatami imzalı ‘Öldürdüğün Şeyler’ ile gizemli bir hikâye evrenine dalıyoruz. Film; Ekin Koç, Ercan Kesal, Hazar Ergüçlü, Erkan Kolçak Köstendil gibi güçlü oyuncu kadrosuyla da dikkat çekiyor.
Annesinin ani ölümüyle sarsılan Ali’nin (Ekin Koç) hem kendiyle hem de babayla yüzleşmesini konu alan filmin durgun giden ilk kırk beş dakikasından sonra, nihayet anlıyoruz ki onun bilinçdışında öldüremediği şeylerin (baba/iktidar) derinlerde nasıl bir travmaya dönüştüğüne tanık olacağız.
“Durgun giden” diyorum çünkü “art house” filmlerin birçoğunda olduğu gibi film “esas sorun”u hem çok geç ortaya koyuyor hem de uzun süre netleştiremiyor. Hikâyenin dramatik işleyişini bana göre bulanıklaştıran ve yavaşlatan bu ilk yarıdan sonra ise olan oluyor ve film; Ali’nin bilinçdışından fışkırdığını çok sonra anlayacağımız, bir David Fincher klasiği olan ‘Fight Club’vari öteki ben/alter ego’suyla savaşa tutuştuğu ikinci yarıya geçiyor. Ama bu geçiş bana kalırsa ilk yarıdan bağımsızlaşarak filmi biçem olarak tam ikiye bölüyor.
Dramaturjik tartışmaları daha sonraya bırakarak devam edecek olursam; film, Hazar’ın (Hazar Ergüçlü) kocası Ali’ye (Ekin Koç) gördüğü garip rüyayı anlatmasıyla başlar. Rüyasında yara bere içinde gördüğü kayınpederi (Ercan Kesal) kendisine “Işığı öldür” diye seslenmiştir. İlerleyen sahnelerde daha iyi anlaşılacağı üzere, hikâyenin katalizörü (tetikleyicisi de denebilir) olan bu garip cümle, filmin esas derdini de çizecektir. Acaba yönetmen, “Işığı öldür ki gerçeği göresin” demeye mi getirir?
“Ne güzeldir denizi döven fırtına dalgalarını,/ başkalarının acı çekişini gözlemlemek kumsaldan!/ (…)/ Ne güzel savaş alanında/ düşman orduları izlemek, sen ölüme atılmıyorsan!” (Lucretius,2018) (*)
Ama “ışık” birçok kültürde ve mitolojide sonsuz güzelliğin, iyiliğin ve aydınlanmanın bir sembolü değil miydi? Evet, ancak burada sözü edilen “Apolloncu ışık”tı. Nietzsche’nin ‘Tragedyanın Doğuşu’nda tartıştığı; aklı, felsefeyi temsil eden “logos” ile kurgusal ya da mimetik olanı temsil eden “mitos”, yani sanat ikiliğine bir göndermeydi. Antik Yunan’da tanrı Dionysos adına düzenlenen şenliklerde ortaya çıkan tragedya/edebiyat/sanat, Nietzsche’ye göre birbiriyle savaş halinde olan iki “sanat tanrısı” Dionysos ve Apollon’un geçici barışının bir sonucuydu. Dionysos; coşkuyu, esrimeyi, içgüdüyü, ölçüsüzlüğü temsil ederken kâhin ve ışık tanrısı Apollon ise aklı, düzeni, uyumu, sınırı ve kuralları temsil ediyordu. Nietzsche, Apolloncu olanı kendi kendisi için olmaya yönelik bir itki olarak tanımlıyor ve buna “yasanın altındaki özgürlük” diyordu.
Yani filmin ana karakteri Ali’nin Harvard Üniversitesi Edebiyat Bölümü mezunu olması ve bir üniversitede karşılaştırmalı edebiyat dersleri vermesi tesadüf değil. Apolloncu/kuralcı ve Dionysosçu/kuralsız bölünmenin bir temsili olan Ali’nin yıllarca içinde bastırdığı babaya dönük öfke, annesinin ani ölümüyle bilinçdışına çıkacak ve gerçekte öldüremediği babayı/yasayı bu kez halüsinasyonlarında, rüyalarında öldürecektir.
IŞIĞIN ÖLÜMÜ VE PATERNAL HAKİKATİN İNFAZI
Filmin son derece minimal olan ilk yarısında izlediğimiz Ali, otoriter ve şiddete meyilli babası Hamit’in (Ercan Kesal) tam zıttı olarak daha nahif, daha sakin ve annesine şefkatle yaklaşan bir adam olarak karşımıza çıkar. Hatta yarı yatalak annesinin banyosunu dahi kendi yaptırır, üstünü başını değiştirir, adeta ona bir bebek gibi bakar. Babasıyla ilişkilerinin gerilimli olduğunu bu ilk sahnelerde anlarız. Baba Hamit, hasta karısının bakımıyla ve evin işleriyle dahi ilgilenmez. Zaten mahalle okulunda öğretmen olan bir kadınla da yasak ilişkisi vardır. Baba-oğul arasındaki gerilimli ilişki, annenin ani ölümüyle kopar ve Ali, babasından şüphe duymaya başlar. Kız kardeşinin mezarlıkta anlattığı, aslında annelerinin yıllarca şiddet gördüğü gerçeği Ali’nin babasına duyduğu cinayet şüphesini güçlendirir ve olayı başka bir boyuta taşır.
Bu sırada Ali’nin kısırlık (infertilite) sorunu olduğunu da öğreniriz. Ancak bu durumu gururuna/erkekliğine yediremez ve karısı Hazar dâhil herkesten gizler. Ali’nin baba, yani bir bakıma “yasa” olamayışı da onun ideal erkeklik kalıplarına uymadığını gösterir. Ali’nin kuralları önemseyen biri olduğunu, bahçesindeki 20 metre derinliğindeki kurak su kuyusundan da anlıyoruz. Çevredeki diğer bahçe sahipleri kuyularını yasadışı, rüşvetle 100 metreye kadar delmiş ve su çıkarmışken Ali yasaları çiğnemez.
Onun içinde biriken öfkeyle baş edemediğinde kaçtığı bu kurak bahçe alegorisi, aynı zamanda “kısırlık” sorununun da bir gösterenine dönüşür. Annesinin öldüğünün ertesinde ağaç yetişmez, ot bitmez bu kurak bahçeye, Reza adında gizemli bir misafir (Erkan Kolçak Köstendil) bahçıvan olarak gelir. Reza ile yakın ilişki kurmaya başlayan Ali, babasına duyduğu şüpheleri onunla da paylaşır ve birlikte cinayet planı yaparlar. Film, babanın öldürüldüğü ikinci yarıdan itibaren biçim değiştirir ve psikolojik gerilime döner. Anlarız ki Reza; Ali’nin bastırdığı Dionysosçu/yasa tanımaz “öteki ben”idir. O, Ali’nin yapamadığı her şeyi yapmaya muktedir ideal bir erkektir. Psikolojik desem de film, bu gerilimin psikolojik maddi koşullarını yeterince ortaya koyamaz. Çünkü Ali’nin babasını öldürmeyi isteyecek kadar öfkesini bastırdığına dair izleklere rastlamıyoruz. Bu da onun ruh halini anlamayı zorlaştırıyor. Acaba Ali, ideal erkekliğin bir göstereni olan baba olamadığı, yani gerçek erkekliğini kanıtlayamadığı için mi bunca zaman öfkesini bastırmıştır? Bilemiyoruz.
Amerikalı senarist David Mamet, ‘Film Yönetmek Üzerine’ isimli kitabında, “Bilinç hep beğenilmek ve ilginç olmak ister. Bilinç hep belirli olanı, ‘cliche’ olanı önerir, dikkatli ol.” der yönetmene. Ben bu filmde yönetmenin ilginçlik peşine düştüğü duygusuna kapıldım; çünkü dediğim gibi Ali’nin babasına duyduğu öfkenin nedenleri belirsiz. Evet, Ali felçli annesine bakmak için ilk kez eve geldiğinde baba (Ercan Kesal) ile aralarında geçen gerilimli diyaloglardan baba-oğul ilişkisinin uzun yıllardır kopuk olduğunu anlıyoruz; ancak Ali’nin bu durumu psikozlara (**) varacak derecede yıllarca bastırdığına dair belirtilere rastlamıyoruz. Çekip Amerika’ya gitmiş. Ama neden? Yine ‘Fight Club’ örneğine dönecek olursam; filmin başlangıcında Edward Nortan’ın 6 aydır uykusuzluk sorunu yaşadığını, ayrıca çalıştığı kurumsal işte de artık mutsuz olduğunu biliyoruz. Doktoruyla konuştuğu sahnede de bu durumun onda hatırlamadığı şeyler yapmasına sebep olduğunu anlıyoruz. Yani Nortan’ın insomnia derecesindeki uyku sorunu ve buna ek olarak yaşadığı varoluş krizi onun bastırdığı alter ego/Tyler Durden olarak karşısına çıkar. Yani filmsel metin kendi hikâye evreninin mantık kurallarını eksiksiz ortaya koyar ve izleyici olan biteni saçmalık olarak görmez. Çünkü o evrende artık oranın kuralları geçerlidir.
‘Öldürdüğün Şeyler’de ise cinayetin işlendiği ikinci yarı her ne kadar merak uyandırıcı tasarıma sahip olsa da bu durum; hikâye evreninin dramatik nedensellik bağlamından değil, izleyiciyi etkileme çabasından kaynaklanıyor. Sonuç olarak hikâye ilginçlik peşinde koşarken dramatik olarak karmaşık bir hale geliyor. Şöyle ki baba Hamit, Reza ve Ali tarafından öldürüldükten sonra Ali, babasını öldürdüğüne pişman olur ve Reza ile tartışır. Bunun üzerine Reza “Bunu sen istedin” diyerek Ali’yi tekme tokat döver ve bahçedeki köpek kulübesine zincirler. Daha sonra Reza, yani Erkan Kolçak Köstendil, Ali’nin yerine geçer ve onun hayatını kendi kurallarıyla (ya da kuralsızlığıyla) yaşamaya başlar. Ama burada sorun şu ki biz izleyici olarak perdede Reza’yı, yani Erkan Kolçak Köstendil’i görsek de filmin diegetik evreni içindeki karakterler aslında hâlâ Ali’yi, yani Ekin Koç’u görürler. Bu da aslında izleyiciyi yanıltmak için yapılmış bir film hilesi olarak ortaya çıkar. Ali’nin kendini Reza olarak gördüğüne, yani bir kişilik bölünmesi yaşadığına dair ipuçları verilseydi (örneğin Reza aynada gerçek Ali’yi görür ya da köpek kulübesi izleyiciye boş gösterilebilir vs.) izleyici Ali’nin psikozlarını anlayacak ve karmaşaya düşmeyecekti. Oysaki ‘Fight Club’ta Tyler Durden (Brad Pitt) aslında yoktur, diegetik evren içinde de yoktur. Onu, izleyici olarak sadece biz ve Edward Nortan görmektedir. Yani o, Nortan’ın gördüğü bir halüsinasyondur.
İlerleyen sahnelerde aslında Ali’nin gerçekte babasını öldürmediğini, bunun halüsinasyon olduğunu anlayacağız. Hamit gerçekte ortadan kaybolmuştur ve sevgilisi onu sormak için Ali’ye (Erkan Kolçak Köstendil) gelir. Ancak Ali, işlediği cinayeti örtmek için bizzat karakola gider ve babasının kaybolduğunu bildirir. Babası için arama çalışması başlatılır ve tesadüf o ki babanın arabası şehre yakın bir göle düşmüş ve baba gerçekten ölmüştür. Ceset ise ortalarda yoktur. Şüpheye düşen Ali/Reza babasını gömdüğü mezara kontrol için gider ve mezarın açık olduğunu görür. Babasının cesedinin çalındığını sansa da aslında onu kendinin öldürmediğini çok sonra anlayacaktır. Yönetmen çok zekice birleştirse de deus ex machina etkisi yaratan, babanın aracıyla göle düşerek gerçekten ölmesi filmin psikolojik gerilim yanını zayıflatarak hikâyeyi esas sorundan uzaklaştırır. Finalde gelen babanın hayaleti yine aynı şeyi söyler: “Işığı öldür.” Sonuç olarak ‘Öldürdüğün Şeyler’, belki mitolojik bir anlatıya yaslanmıyor; ama filmin hem açılış hem kapanış cümlesi, hikâyeyi böyle bir zeminde düşünmeye de imkân tanıyor.
(*) Aktaran: Canberk Şeref / Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı
(**) Psikoz: Kişideki sanrı, halüsinasyon ve davranış değişimleridir. Kişi var olmayan insanlar ve nesneler görür, sesler duyar. // www.memorial.com