KÜLTÜR-SANAT 

KOZMİK ADALET TASAVVURUNA MİNÖR BİR ELEŞTİRİ: “TEREDDÜT ÇİZGİSİ”

Küçük bir yara parmakta nasıl iltihaba yol açarsa kötü bir düşünce de akla öyle zarar verir.” – Etiyopya atasözü (Akt: Robert C. Solomon, Adalet Tutkusu)

Çağlar boyunca felsefenin belki de en önemli sorusu, “Adalet nedir?” sorusuydu.

Platon’un ‘Devlet’inden bu yana “adalet”; dünyevi olmanın ötesinde, tanrısal, azametli, evrensel bir ideal olarak tartışıldı. Filozoflar ve kuramcılar tarafından üst düzeyde bir soyutlama olarak tasavvur edilen bu klasik “adalet ideası”; insanı eyleme geçiren, ona kendi sorumluluğunu veren değil, adaleti yüce kurumlardan bekleyen, edilgen bir yerde konumlandırdı.

Peki, “adalet”; yalnızca rasyonel akılla, kurumlarla, devletle sağlanabilecek soyut, tanrısal bir düşünce mi yoksa gündelik hayatın tam ortasında, bireyin kendi yaşantı ve eylemlerinde mi saklıydı?

Robert C. Solomon, “Adalet her şeyden önce kişisel karakterin işlevidir; büyük bir kuram olmaktan ziyade sıradan olana dair, günlük bir iştir” diyor:

Adalet hakkındaki hislerimizi aşırı biçimde düşünselleştirdik; bunun sonucu olarak da duygularımız kuramlarımız kadar karışık hale geldi – tabii bu arada kuram duyguyu hepten yok etmediyse.

Günlük hayattan, güncel bir örnekle devam etmek gerekirse diyelim ki kiracısınız ve mevcut enflasyon krizi yüzünden ev sahibinizle kira oranı konusunda sorun yaşıyorsunuz. Yasal zam oranı; yani “yasalar”,  yani rasyonalite, ev sahibinizle yaşadığınız ihtilafı çözmeye yetmiyor. Adil olan hangisi?

Çok daha basit görünen bir örneğe ne dersiniz, piknik yaptığınız yeşil alanda çöplerinizi öylece bırakıp gittiniz. Nasılsa kimse sizi görmemişti.

Peki, pandemi döneminde şahit olduğumuz; ihtiyacından fazla aldığı sıvı yağ şişelerini en önce kapmanın verdiği sevinçle süpermarketten ayrılan yurttaşın görüntülerine ne demeli? O da “adalet duygusu” kapsamına girer mi?

Burada Polyannacı bir yaklaşımla merhamet ya da vicdan tartışması yapmak niyetinde değilim. Ama açık olan bir şey var ki o da; Platon’un çağlar öncesinden söylediği gibi, adil toplum ile adil birey arasında bir koşutluk ilişkisi olduğu ve biri olmadan ötekinin olamayacağıdır. Belki de günlük hayatta, çoğunlukla toplum tarafından inşa edilen ya da aşındırılan bu “adalet duygusu”, aynı zamanda adalet sisteminin de temelini atıyordur. Belki de yargının “son kararı”nı da “ön kararı”, yani dil, din, millet, ahlak, namus, yoksul, zengin, devlet ve benzerlerine bakışı etkiliyordur.

Selman Nacar, ilk filmi ‘İki Şafak Arasında’da olduğu gibi ikinci filmi ‘Tereddüt Çizgisi’nde de aynı temayı, yani “adalet duygusu”nu dert edinmiş görünüyor. Türk sinemasında mahkeme ya da hukuk filmi çok az malum. Necip Fazıl’ın aynı adlı öyküsünden uyarlanan ‘Reis Bey’ (Yön: Mesut Uçakan, 1988) ile Getto Film tarafından yapılan ‘Adalet Oyunu’ (Yön: Mahur Özmen, 2011) filmleri de bunlar arasında sayılabilir. Her dört film de; mahkemelerin, yani rasyonel aklın adaletini sorgularken aynı zamanda bireyin “adalet duygusu”nun da olaylar karşısındaki hükümlere etkisini tartışır.

Herkes kendi hikâyesiyle yargılamaya katılmalıdır.” (Adalet Oyunu)

Artık bütün mantık hesaplarımı kaybettim; öylesine kaybettim ki Amerika’da bir cinayet işlense de bir ses, ‘Katil kim?’ diye sorsa, ‘Benim,’ diye haykırabilirim.” (Reis Bey)

‘TEREDDÜT ÇİZGİSİ’NİN ÇÖZEMEDİĞİ DRAMATİK TEREDDÜTLER

Tereddüt Çizgisi’ne dönecek olursam, filmin Başka Sinema sitesinde yer alan özeti şöyle:

İdealist bir ceza avukatı olan Canan’ın hayatı; gündüzleri adliye, geceleriyse hastanede solunum cihazına bağlı annesi arasında mekik dokuyarak geçmektedir. Uzun süredir emek verdiği bir cinayet davasının karar duruşması gününde Canan; annesi, hâkim ve sanığın hayatını etkileyecek ahlaki bir tercih yapmak durumunda kalır.

Av. Canan, duruşma öncesinde müvekkili Musa ile görüşür ve ona, fabrikada işlenen cinayete ait, Musa’nın da olduğu kamera kayıtlarını izletir. Yönetmen, Antonioni-vari dekadrajlar ile gerçeğin çok daha derinlerde olabileceğini işaret eder gibidir. Av. Canan, işverenini öldürmekle yargılanan müvekkili Musa’nın suçsuzluğuna sonuna kadar inanmaktadır ve beraat etmesi için elinden geleni yapar. Öyle ki daha önce eroin kullanmaktan hüküm giymiş olan Musa’nın duruşmada ‘iyi hal’ sergilemesi için onu tıraş dahi ettirir. Çünkü Musa’nın geçmişi, yani hâkimin ön kararı onun son kararını etkileyebilir. Ne de olsa Musa hem eski bir hükümlü hem de sıradan bir işçidir.

Filmin atmosferini ve aynı zamanda esas sorununu etkileyici kılan dokusal özellikleri –yıkık dökük mahkeme binası ve tavanı çöken duruşma salonu vb.– yüce anlamlar yüklenen “adalet”in aslında sanıldığı gibi uzak, kozmik bir yerde ya da modern adliye binalarında olmadığını vurgular. Yönetmen gerçek adaleti biraz da Av. Canan’ın yaşadığı tereddütlerde, yani bireyin kendi “adalet duygusu”unda arar.

Karar duruşması başlar, tarafların avukatları olay gecesi ile ilgili kendi beyanlarını sunar. Ancak kararın seyrini değiştirecek olan görgü tanığı Cemal gelmeyince duruşma birkaç saat ertelenir. Av. Canan, tanığı mahkemeye getirmek üzere onu bizzat aramaya koyulur.

Diğer taraftan Av. Canan, beyin ölümü gerçekleşen annesinin organlarını bağışlamak konusunda kararsız kaldığı için kız kardeşiyle de gerilim yaşar. 

Yönetmen, dışsal çatışma olan cinayet davası ile içsel çatışma olan (ya da olması umulan) organ bağışı konusunu kesiştirerek Av. Canan’ı vicdanen köşeye sıkıştırmak ister. Ancak bu yan öykü, davaya bakan hakimin yeğeninin de organ bağışı beklemesi şeklinde ana öyküye dâhil edildiği için “deus ex machina” (tanrı sahnede / kötü tesadüf) etkisi yaratarak hikâyeyi zayıflattığı gibi Av. Canan ile empati kurmayı da ne yazık ki zorlaştırır.

Musa, annesi ile patronu arasındaki gönül ilişkisini ve annesini tehdit ettiği için de patronunu daha önce darp ettiği gerçeğini avukatı Canan’dan gizler. Bu durum senaryoda mantık hatasına neden olduğu gibi Musa üzerindeki cinayet şüphesini de güçlendirmektedir. 

İzleyici olarak biz bir heyecanı, anlatı bizi ‘değerler geçişi’ne götürdüğü zaman yaşarız” diyor Robert McGee. Eğer Musa’nın suçsuzluğu mahkemede değilse de dışarıda görgü tanığı Cemal aracılığıyla verilseydi gerçeği sadece izleyici ile Av. Canan bildiği için hikâye ivme kazanacak ve izleyici Av. Canan ile bağ kurabilecekti. Böylece izleyici, Av. Canan’ın içine düştüğü ikilemleri anlayacak, onun idealist tutumundan vazgeçerek, hâkime organ bağışı teklifinde bulunmasına hak verecekti. Ancak yönetmenin yaratmak istediği ahlaki ikilem yeterince işlenemiyor. Öykü evreni yaratılırken sorulan en önemli dramatik soru olan “Karakterin arzusu nedir?” sorusu belirsiz kalıyor ve bu da hikâyeye katılmamızı önlüyor.

Av. Canan – Tülin Özen

Filmde mahkemelerle ulaşılamayan “adalet”; sadece kurumları, toplumu, yönetim ve hukuk sistemini dejenere etmiyor; daha da kötüsünü, bireyin gündelik yaşam içindeki “adalet duygusu”nu aşındırıyor.

Her ne kadar hikâyenin dramaturjik yapısını ‘İki Şafak Arasında’ filmine göre daha zayıf bulsam da bir sanatçının kendi şahsi dertlerinden ziyade bireyi ve toplumu çok yakından ilgilendiren “adalet” meselesini kendine dert etmiş olmasını çok değerli buluyorum.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar