YAŞAM 

DÖRT GÜNLÜK DÜNYA

Vakti kaybediyoruz. Süresi belli olan vakti… Hiç gitmeyecek gibiyiz. Sakin, koşuşturmasız. Dışarda, bizi bekleyen bilmediğimiz şehrin sesi geliyor. Sandalyemde oturmuş, loş kahvaltı salonuna bakıyorum. Masalar toplanmış, girip çıkmalar bitmiş, ayak sesleri çekilmiş, cam çatının altında dinleniyorum.

Arkadaşım, yatağa bağdaş kurmuş çalışmasını temize çekiyor. Görebildiğim, bilgisayar da kırılıp tümlenen parmakları. Düşüncelerini göremiyorum. Bir an önce çıkmalıyız, demek istiyorum. Ara sokakları, meydanları, şapelleri, katedralleri eski, yeni şehri, hepsini, hepsini gezip görmeliyiz. Zaman dar.

Lobide, dün gecenin gölgesiyle oturan birkaç kişi dışında kimse kalmamış. Açılır kapanır kapının dışına çıkıyoruz, şehrin içine. İyi olurdu biraz erken davranabilseydik. Böyle de iyi. Havanın soğuğu kırılmış biraz. Meydanda çiçekçiler. Neredeyse her renk lale… Aralarına kabul ettikleri mercan rengi şakayıklar, gururla parlıyor. Hepsi bu kadar… Çiçek mevsimindeyiz oysa. Sardunyaların, ıtırların, hüsnüyusufların merasim mevsimindeyiz. Seyre çıktığımız meydanın şenliği kısıtlı.

Saçlarımız şapkaya, ellerimiz eldivene hapsolmadan, bir iki fotoğraf çekiyoruz. Annesinin fotoğraf çektirmeyi sevmediğini söylüyor arkadaşım. Neşesini göstermeyi de sevmezmiş. Gülen anına denk getirip çektiği fotoğrafına bakıyoruz. Yanlış yerde gözleri… Çerçevenin dışında bir yerde… Gençliğinde çok gezmiş. Gidilen yollar, gezilen şehirler, yıpranmış ayakkabılarda kalmış. Birine tutunmadan ayakta duramıyormuş şimdi. Susuyoruz. Suyu çekilmiş limonlar gibi zamanın dalında duruyoruz hareketsiz.

Ben de annemden söz açsam? Tadımız kaçsın istemiyorum. Önümüzdeki dört gün içinde babamı anlatırım belki. Ülkesinden çıkmamış, evinden, ailesinden uzağa gitmemiş varlığımızla mutlu olmuş adamdan. Biz de onu mutlu ettik mi diye düşünüyorum. Vicdanımı yokluyorum, rahat mı?

İnsan yolculukta tanırmış birbirini. Yakınlık kurmak için hayatlardan söz açılır. Biz de öyle yapıyoruz. Neden evlendiğinden bahisle, ilk görüşler, ilk çıkışlar, etrafında döne döne görülmez olan, basitken karmaşık hale gelen duygulardan, bense, neden boşandığımdan; kıskançlığın, öfkenin sonuçlarından. Bensiz yaşayamayacağını söyleyen adamın, beni nasıl yok etmeye çalıştığından. Kapalı anlatımlarla, detaya girmeden… Trajik olaylarla canımız sıkılmasın.

Martın yirmisi. Gölün içinde buz parçacıkları yüzüyor. Mısır takvimine göre ilkbahar ılınımına az kaldı. Buzlar çözülecek yakında. Ama bugün dışarda ayaz kol geziyor. Trenle başka bir kente gitmeye karar veriyoruz. Sesimizi fıkırdatacak sıcaklığa ihtiyacımız var. Koltuklarımıza oturur oturmaz neşemiz yerine geliyor. İçerisi sıcacık. Soğuk dışarda kaldı, demirden bir kalkanın içindeyiz. Pencereden, giyinmiş atları görüyorum. Birbirlerine sokulmuş, kahverengi atlar. Donmuş gölü, titreyen ağaçları, buza kesmiş kayaları, geçip gidiyoruz. Kendi karamızın içindeyiz, unutuşun koynunda.

Hareketten kırk beş dakika sonra iniyoruz. Nehrin yolculuğu da sürüyor bizimle. Denize ulaşmaya kararlı. Âdemin iki kızı, yeşil bir çerçevenin içindeyiz. Yaprağından soyunmuş, kat kat giyinmiş halde. Katedralin ihtişamına dokunamayan rüzgâr, katlarımızı açmaya, yufkacık bedenimizi un ufak etmeye kararlı. Haydi, diyoruz, bu kadar yeter. Faniliğimizi alıp çerçeveden çıkalım. Çın çın öten kapıyı çalıyoruz, açılıyor. Hep doğru yer, doğru ısıda olmanın peşindeyiz.

Tevrat’ta yazdığına göre, yeryüzü, üçüncü günde yaratılmış. Bitki örtüsü ve çiçeklerin doğuş günü… Bir oğlu var arkadaşımın, benim bir kızım. Yaratılış mevzusuna buradan başlayabiliriz. Kızımın en sevdiği meyve yeşil erik… Bütün bir yıl eriğin cennetten çıkışını bekliyor. Bahar biterken, beyaz tacını atıp masanın başköşesine kurulmasını iple çekiyor. Oğlanınsa, pofuduk pankek. Mevzu burada hoş bir yere bağlanıyor. Bulunduğumuz şehir,  pişmiş hamur ve mis gibi şurup kokuyor. Sokaklarda yürürken, iştahımız köpük köpük.

Dördüncü günün gecesinde, iki Havva kızı sevgiden söz açıyoruz. Son söz. Kalbimizin padişahları cuma selamına çıkıyor. Sarı, mavi, kırmızılarla donanmış, geçmiş sevdaları temaşa ediyoruz. Sadece bir kere giyinebildiğimiz aşk libasının önünde bekliyoruz. Kıymetli taşları gözümüzü kamaştırıyor. Yanılgı olmayan tek hatıratımız. Hava kararıyor. Yasak ağacın dallarından sarkıyoruz. İlk giyindiğimiz deri kaftan sırtımızda. Yapraklarımız düşüyor, tıpır tıpır.

Bugün nevruz. Ayın yirmi biri. Göçmen kuşların yuvaya dönme zamanı. Bugün değilse yarın. Yola çıkacağız. Yola çıkan herkes gibi. Gezip dolaştık, yatağımıza döneceğiz. Yeşerip çiçeklenen bitkiler nasıl dönüyorsa toprağına, öyle.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar