YOKLUĞUN…
-ADANA-
Baba…
Söylemek bile çok garip, alışmamış dudak hareketlerim bu kelimenin telaffuz özelliklerine. Söylerken kendi sesimi yadırgıyorum. En son kaç yaşındaydım ki söylediğimde…
Duygusalım bu aralar biraz, evet… Melankolik hallerin en’lerini yaşıyorum. Özlemiş olabilirim mesela seni.
Yıllar oldu sen gideli… Ve yıllar oldu rüyama bile gelmeyeli… Varlığın nasıl bir şeydi? Sesin nasıldı? Nasıldı annemin gözlerine bakışın? Burnumda kaybolmaya yüz tutan bir tek, kokun kaldı… Tütün ve tenin kokardı siyah kasketinin içi. Kahverengi bir atkın vardı… Kapı eşiğinde dolar boynuna, çıkardın kapıdan.
Ne acı, seni hatırlayamamak… Bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az hatıraya sahip olmak…
Baba…
Kaç gündür toparlayamıyorum kendimi… Nasıl bir şeydi diye tekrarlıyorum “baba” kelimesini? Öyle eğreti duruyor ki dilimde… Sanki yeni bir kelime öğreniyorum… Sanki farklı bir dilde sesleniyorum sana.
Şehre sığamıyorum… Sen aklıma geldikçe yollar takılıyor gözüme. Gitmek istiyorum… Bir şehir otobüsle kaç saatte gezilir, bilmezdim. Şimdi biliyorum. Şehrim, beş saatte önüne gelen bütün otobüslere binerek bitiyor, baba! Ama gelemiyorum bir türlü yanına… Çocukken söyledikleri “Yatacağız, kalkacağız, yatacağız, kalkacağız, baban gelecek” yalanı da tutmuyor. Ben o kadar çok yatıp kalktım ki… Büyükler yalan söylemeyi çok seviyor. Yalan sözlerle dindirdiler yüreğimdeki özlemini. Sonra aklım erdiğinde ölüm gerçeğine, üzerini kapattılar, soru sordurmadılar…
Saçmalıyorum biliyorum… Ama diyorum sana, toparlayamıyorum kendimi…
Hayatı yarım yaşamak ne demek anlıyorum şimdi… Sol kolum yok gibi… Sol gözüm görmüyor… Yürüyemiyorum sanki sol bacağım olmadan… Duymak zor hayatın fısıldadıklarını, olmayınca sol kulağım…
Tıkanıyorum… İçimdeki özlemi dile getirecek cümlelerin hepsini tükettim sanki. Ya da hiç öğrenmedim o cümlelerin nasıl kurulduğunu…
“Seni özledim” demek yetmiyor. Dizine yattığımda saçlarımı okşayışını hissedemiyorum. Kırmızı botlarımı almaya giderken elimi sıkıca tutuşunu. İşten geldiğinde beni kucağına alıp öpüşünü…
Ellerin nasıldı, baba? Ellerini unuttum.
Sen gitmeden önceki akşam nasıldı? Ne yemiştik mesela akşam yemeğinde? Bana söylediğin en son söz neydi mesela? Sofrada yanında mı oturmuştum yine? Uyumadan önce televizyon izlemiş miydik?
Anlatılmaz bir öfke var içimde… Büyüdükçe ben, benimle büyüyor o da… Seni hatırlayamadıkça tanrıyla aram daha da çok açılıyor… Tanrı bile düşünüyor “Doğru muydu bu yaptığım?” diye…
Baba…
İçimdeki bu acıyı neden şimdi hissediyorum, bilmiyorum… Neden şimdi seni daha çok arıyorum? Üzerini öyle bir kapatmıştım ki bu gidişin, bir gidiş bile yoktu düşüncelerimde… Ta ki duyana kadar annemin sözlerinde yaşamaya çalıştığın son dakikaları… Artık yaşamadığın an hayattan yığılışını… Kulağımda çığlıklar… O hâlâ nefret ettiğim ölüm kokusu…
27 yıl 4 ay 11 gün oldu…
Yazarken nasıl da basit geliyor…
Demem o ki, baba… Özlemden fena bu hissettiğim şey her ne ise… Anneme en son söylediğin “Çocuklar sana emanet!” lafı kadar kolay değil yokluğuna alışmak… O yokluk öyle kolay değil…
Senin anlayacağın, baba, eksiğim ben! Ve tamamlanamayacağım son gün olsa bile…
Biliyorum, tutulmayacak elim… Saçlarım okşanmayacak ellerince… Sesini duyamayacağım hiçbir zaman… Şartların el vermediği zamanları yaşadığımızdan videoya çekilmiş bir sen de yok izleyebileceğim… Yürüyüşünü, gülüşünü görüp “İşte babam!” diyebileceğim…
Canım çok yanıyor, baba… Yokluğun bir yokluk olduğu halde, yani yok olduğu halde, olmadığı halde yüreğimi parçalıyor…
Kızın yorgun artık, düşünmekten… Her gece rüyasına beklemekten… Kavramlar arasında gidip gelmekten… Yorgun artık yoklukları bile kavrayamamaktan… Kavranacak yoklukların çoğalmalarından…
Kızın anlam veremiyor yokluğuna… Neden şimdi, bilmiyor… Bilmek istiyor… İstemekle kalıyor…
Not: Sana dair kurulacak ‘özlem’li cümleler bile eksik kaldığından bir sonu olmuyor bu anlatının… Özür dilerim.