EDEBİYAT 

İNGİLİZ ÇAY KUTUSU

En sevdiği andı yağmurun yağması…

Pencereden bakarken biriken sulardaki yağmur halkacıklarını tebessümle izlerdi. Nefesinden buğulanan camı defalarca siler, ara ara da gülen suratlar çizerdi. Her çocuğun olduğu gibi bir oyuncağı olmamıştı onun, içine sevip benimsediği her eşyasını koyduğu ‘İngiliz Çay Kutusu’ sanki bütün hayatıydı… En sevdiği arkadaşıyla kan kardeş olduktan sonra ellerini kesen o cam kırığını; çok erken yaşta kaybettiği babasının kullanılmış mendilini; birinci sınıftayken, sınıflarına bir dönemliğine gelen arkadaşı Ali’nin ona verdiği kurumuş denizatını…

Ve ardı sıra gelen hayallerini…

Sanki bütün hayatı bunlardan ibaretti. Sokaktaki her çocuk onun tuhaf olduğunu düşünürken, o bunların hiçbirini umursamazdı. Kendine çizdiği bir dünyası, o dünyanın içindeyse yalnızca sevdikleri vardı. Gerisi çok da umurunda değildi…

O her çocuk gibi ip atlamıyordu… İp atlamak ona çok saçma geliyordu. ‘Kovalamaç’ oynamak keyifliydi, bir amacı var diye düşünürdü… Bir insanı yakalamak, onu gururlandırıyordu; çünkü çok hızlı koşuyordu… Bu gurur duyulacak bir durumdu.

Evinin olduğu sokağın sonunun kapalı olmasından nefret ederdi. Arkadaşının “Bir kere binebilirsin” dediği bisikleti o yöne hiç sürmezdi. Her kız çocuğu ‘ufalanmış kiremitten’ kına yaparken avuçlarına, o duvara çizdiği denizkızının saçlarını boyardı… Bu nedenle pek çok kez azar işitti, sokaktaki her bir evin annesinden.

Kitap okumazdı, ancak coğrafi atlaslara ve ansiklopedilere bakmaya bayılırdı… Hangi ülke nasıl diye merak eder, kitaplıktaki bütün ansiklopedileri dökerdi önüne…

Güney Kutbu’nu çok severdi. Kıtaları evirip çevirip bir şeylere benzetirdi…

Kuzey Amerika’nın bir kısmı denizatını andırıyordu; Güney Amerika, kuyruğu üzerinde duran bir salyangozu; Afrika ise, ejderha kafasını…

Avustralya’ya çok üzülürdü, sanki hiç kimse sevmiyor onu diye düşünürdü…

Kurduğu hayallerle çay kutusu dolup taşıyordu, kafasına koymuştu, dünyayı gezecekti!

Ama önce büyüyecekti…

Ona göre hâlâ kafası gökyüzüne değen insanlar vardı ve kendisi küçücük kalıyordu. Sütü sevmese de çok içti. Tadını beğenmediği ama annesinin “Yersen büyürsün!” dediği her yemeği yedi. Bir tek öğlen uykularını sevemedi… Annesi onu uyudu zannederek mutfağa gittiği her an, evin arka penceresinden kaçıp komşunun bahçe duvarına oturdu, sokağı izledi.

Günler birbirinin ardından yürürken, aradan yıllar geçti… Şimdi öğle uykusuna yatırmaya zorlayan kimse yoktu. Süt içmek zorunda değildi. İsterse yemek bile yemezdi. Kıtalara baktığında hâlâ aynı benzetmeleri yapabiliyordu ama… ‘İngiliz Çay Kutusu’ dolup taşmıştı.

Ölen anneannesinin saç telleri, büyükbabasının tespihi, ilk kez aldığı buketin kurumuş çiçekleri…

Hayal kırıklıkları…

Ve umutları…

Unutmadı amacını.

Biraz daha büyüyüp en kısa zamanda gezecekti dünyayı…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar