‘VENÜS’ ROMANINDA CİNSİYETİN KÜLTÜREL BİR BUNALIMA DÖNÜŞMESİ

-ADANA-
Bir aile tarihçesi olarak kurgulanan ‘Venüs’ romanı Şebnem İşigüzel’in eril etkiler altında şekillenen ve iktidar savaşımını ele alan tarihi kurguların aksine alternatif bir tarih anlayışıyla kaleme aldığı romanıdır. Kadının merkezde olduğu ve kadın dünyasından kurgulanan romanda, başkarakter Şebnem’in –romanda Şebnem ismi verilmez fakat isminin “çiy tanesi” anlamına geldiği belirtilir– doğumunun gerçekleştiği yer Boğaz’da bir kayıktır. Anne, baba ve Nergis’in Arnavut bir kayıkçıyla yol alırken kayığın su alması ve annenin panikleyerek doğumun başlaması temel çatışma olarak aktarılır. Roman bu girişle geleneksel romanlardaki tesadüflere adeta bir gönderme yapmaktadır. Doğumun başladığı an, başka bir kayıkta gezintiye çıkan Sultan Abdülhamit’le rastlaşmaları ve doğumun II. Meşrutiyet’in ilan edileceği güne denk gelmesi gibi tesadüflerin sunulması, yazarın özellikle Tanzimat Dönemi romanlardaki kurgu tekniğini ironi oluşturmak üzere kullandığını göstermektedir. Doğumun başlamasıyla kayıktaki telaş artar, Boğaz’ın sularında gerçekleşen doğum, anne ve kayıkçının boğularak hayatını kaybetmesine neden olur.
Kahramanımızın denizde dünyaya gelişi, romana adını veren Roma mitolojisindeki Venüs’ün hikâyesini akıllara getirir. Venüs, denizin köpüklü dalgalarından doğmuştur. Anlatılardan biri Kronos’un mücadele ettiği babası Uranüs’ün cinsel organını kesmesi ve denize düşen organla oluşan köpüklerden Afrodit’in, yani Venüs’ün dünyaya geldiğini aktarır. Romanda karakterimizin Doğu ve Batı’nın birleştiği bir yerde, Boğaz’da dünyaya gelmesi, kahramanın kendisini “Güzelim, fettanım” diyerek tanıtması da mitolojideki Venüs anlatılarıyla örtüşmektedir.
Yazar, erkeklerin başrolde olduğu ve mucizeler gösterdiği tarihi anlatıları, özellikle dinler tarihinde daima olağandışı edimler içinde bulunan kahramanları kurguladığı kadın karakter üstünden ironik biçimde ele almıştır. Şebnem’in doğumu sırasında ters biçimde dünyaya gelmesi, doğumun kayıkta gerçekleşmesi, göbek deliğinin olmaması, vücudundaki kimi izlerin varlığı, ayın ikiye bölündüğünü görmesi ve doğduğu gün II. Meşrutiyet’in ilan edilecek olması mucizevi biri olduğunu düşündürmek üzere kurgulanmıştır. Romanda kadınların bütün sıkıntı, acı, eziyet, yok sayılmışlık içindeki yaşamlarına rağmen hayata tutunabilmelerinde güç ve mucize görmeyen, bunun aksine hiçbir tanığı bulunmayan, olağanüstü davranışlar sergilediğine inanılan ve kahramanlaştırılan erkek hikâyelerine kutsallık ve saygı atfeden yaklaşımın ciddiyetini sarsan bir üslup tercih edilmiştir. Başkahraman vücudundaki çoğu izin birer kusur sayıldığını, tam da bu sebeple meziyet kabul edilmesi gerektiğini, kusursuz bir yaşamın varoluş sayılmayacağını ifade ederken adeta erkekler üzerine yazılmış tarihin bir kurgu olduğunu ifade etmiştir. Hadım edilmiş bir köle olan Nergis’in dile getirdiği “Ayol, tarih olanı değil, olmayanı yazar. Olanı saklar.” (s.52) ifadesi de erkeklerin kurguladığı tarihe bir eleştiridir.
Kadınların toplumu ayakta tutan aile kurumu tarafından nasıl bastırıldığı, yok sayıldığı, psikolojilerinde yarattığı tahribatı romanın temel meselesi olarak okuruz. Nergis ve Şekina Hala, kahramanımızı kadınları aşağılayan söylemlere sahip babadan korumayı başarsa da evliliğinde şiddete maruz kalmasını önleyememişlerdir. Eşi Adnan ve kız kardeşi Hera ile birlikte eziyet ettiği kadının çocuklarına zarar verme girişimi sonrası akıl hastanesine kapatılması erkeklerin egemen olduğu toplumda, kadının anlaşılmıyor oluşunun olağan bir sonucudur. Alttan alan, çocukları için yaşadığı sıkıntıları yok sayan, benliğine yönelik birçok saldırıyı sineye çeken kadınların son aşamada dayanamayarak bütün suskunluklarının aksine şiddetli tepkiler vermesi ve deli olarak yaftalanması, romanda kadın kimliğine dair önemli bir sorunu açığa çıkarmıştır. Simone de Beauvoir’in “Daha çok somut olarak ortaya koyamadığı direnişi birtakım sinirsel bunalımlarla oynama yolunu tutar. Böyle sinirsel gösterilere kalkışması salt bedensel nedenlerden ötürü değildir: Dünyaya yöneltilen, ama tutunacak somut bir nesne bulamayan bir enerjinin içe dönmesidir sinir nöbetleri; yaşanılan durumun doğurduğu tüm yadsıyıcı güçlerin boşa harcanmasıdır.” tespitinin kurgudaki bir karşılığı olarak düşünebileceğimiz ‘Kuyu’ bölümünde yaşananlar, kahramanın bir öfke nöbetiyle kendisini kuyuya atması söz konusu tespitle örtüşmektedir. Çocuklarını öldürdüğünü sanarak kuyuya yönelen, kendisine zarar vermeye çalışan kahramanın kuyudaki köklere takılması da metaforik bir başka durumu işaret etmektedir. Kuyunun içini kuşatan kökler, kahramanın kendi geçmişi ve bilincinin derinliğinde yer alan kadınların mirasından başka bir şey değildir.
Kurgudaki kimi aykırılıklar –Şekina’nın camide söyledikleri ve abisinin kılığına girerek gezinmesi– ve okuru yer yer ikna etmeye girişen anlatım dışında bu deliliğin anlatıma yansımış olması da dikkat çeker. Kahramanın akıl hastanesinde oluşu ve romanın ‘Kokain’ başlığını taşıyan ikinci bölümünün sonunda anlatıcının “Ama ben sizin yerinizde olsam bu seansın adını niye ‘Kokain’ koyduğumu merak ederdim. Sonra da ‘Seans da nereden çıktı?’ diye sorardım.” şeklinde seslenişi her bir bölümün hastanedeki her bir seansta konuşulanlara denk geldiğine işaret eder. Kahramanımız, kendi hikâyesini anlatırken erkek söylemin hâkim olduğu anlatı geleneğini sarsarak kendi söylemini oluşturmuştur. Bu nedenle anti-kahramandır. Anlatılanlarda gerçeklik olabildiği gibi sayıklamalar, sanrılar, yeniden yaratımlar da söz konusu olabilmektedir. Leyla Erbil’in ‘Kalan’ romanında da ruh sağlığı bozulmuş bir kadının –Lahzen’in– sayıklamaları, İstanbul, özellikle Haliç odaklı aktarılmış; şehir tarihi, kültürel derinliği açığa çıkarılarak ele alınmıştır. Lahzen’in yaşadığı sıkıntı, bunalım ve benliğini keşfetme sürecinin bir benzeri ‘Venüs’te de söz konusudur.
Sartre’a göre başka, kişinin yokluk tehdididir. Romanda erkeklerin varlığı kadınlar için tehdit oluştursa da benliklerini fark etmelerinde tetikleyici bir unsur olarak karşımıza çıkar. Kadının cinsel kimliğine yönelen baskı ve aşağılama, kadının varoluşunu fark etmesini sağlamıştır.
Romanda kadınlık halleri ve toplumsal cinsiyet temelli çağrışım yaratan bir başka kurgu Ahmet Mithat Efendi’nin ‘Dürdane Hanım’ romanıdır. Şekina’nın erkek kılığına girerek kendini kamufle etme, toplum içinde rahat gezebilme olanağı bulması ‘Dürdane Hanım’ romanında Ulviye Hanım’ın komşu köşkte yaşayan Dürdane Hanım’ın içinde bulunduğu zor durumu aşmasına yardımcı olmak için erkek kılığına girmesiyle –Acem Ali Bey olmasıyla– benzerlik taşımaktadır.
Nergis’in hadım edilmiş bir köle olması da dikkat çeken bir başka meseledir. Tarihi bir karşılığı bulunan hadım etme geleneği, feminist yaklaşımlar içinde de değerlendirilmeye müsait bir başlıktır. Nergis yalnızca kadının erkekle olan denkliği değil, toplumsal cinsiyet bağlamında erkekler için belirlenmiş sınırları; erkeklerin dahi sınıfsal ve ırksal farklılıklar içinde kategorize edildiği gerçeğine dikkat çeken önemli bir detaydır.
Nergis’in hadım edilmesi, metaforik açıdan kadınların, romanda ise başkarakterin kişilik gelişiminin toplumsal kimlik kazanması önündeki engellemeler olarak yorumlanabilir. Freud’da iğdiş edilme korkusu her ne kadar erkek çocuklarla sınırlandırılmış, babalarından çekinmelerine neden olan bir durum olarak sunulmuş olsa da kadınların aşkın olmalarının önündeki engelleri de toplumsal bir iğdiş edilme olarak değerlendirmek mümkün. Eve hapsedilmiş, hayatı yaşamak fırsatı elinden alınmış, evlilikle bir evden başka bir eve uzanan sınırlı yaşamın dayatıldığı kadınların içkin bir role razı gelmeleri de bir çeşit iğdiş edilme olarak düşünülebilir. Nergis’i bu yaklaşımı temsilen kurgulanmış bir kişi olarak varsaymak da yanlış olmayacaktır.
Şekina Hala ise kadında aşkın olduğu tarafı temsil etmektedir. Dışa dönük, yaşamdan keyif alan, cinselliği mahkûmiyet değil kimliğinin parçası olarak yaşayan bir kadındır. Toplumsal cinsiyet kalıplarının dışında yaşayan Şekina Hala’yı ve Nergis’i akıl hastanesindeki başkarakterin notları aracılığıyla tanırız. Bu noktada benzerlik kurmaya iten bir başka durum ise başkarakterin bilinçaltının dışavurumu olabilecek kimi durumların varlığıdır. Hastanede gerçekleşen seanslardaki anlatımlarda Şekina Hala’nın id egoyu, Nergis’in ise süper egoyu temsil ettiği de yorumlanabilir.
‘Venüs’te Doğu-Batı etkileşimi yalnızca Boğaz’ın ortasındaki doğumla aktarılmaz. Afrika’dan kaçırılan ve Mısır üstünden İstanbul’a getirilen Nergis’in kimlik değiştirmesi Doğu’nun; bir “yanlışlık” sonucu annesi ve kardeşleriyle Londra’ya giden Şekina’nın farklı bir kimliğe bürünmesi ise Batı’nın kültürel kodlarını ortaya koyan bir detaydır. Nergis ve Şekina’nın karakteri üstünde belirleyici olan aynı zamanda yaşadıkları kültürel etkileşimlerdir.
Jale Parla, ‘Babalar ve Oğullar’da Tanzimat romanının Doğu-Batı normları arasında bir ikilem yarattığı kanısını tartışır. İkilem yerine Orhan Okay’a ait olan “mülemma” saptamasını daha geçerli bulur. Mülemma her ne kadar “karışım, iç içe geçmişlik” anlamına gelse de her iki kültürün de kendi sınırları içinde bir arada oluşunu daha iyi anlatan bir kelime olarak değerlendirilmiştir. Bu “bir aradalık”ın sentez olmadığını özellikle belirten Parla’nın tam da bu vurgusunda kadının toplumdaki yerine dair saplanıp kalmış bir bakışın varlığı söz konusudur. ‘Venüs’te Doğu-Batı’nın ortasında dünyaya gelmiş bir kadının, Doğu-Batı etkisini hâlâ yola koymaya çalışan, demokratikleşmek konusunda sınav veren bir ülkenin kadınlarını temsilen yapılmış bu vurgu, arada kalmışlığın yarattığı travmanın kadınlar üzerinden yatıştırılma çabalarını ortaya koyar.
Peki, Tanzimat romanında kadının payına düşen yer ile ilgili politik arka plana dair neler söylenebilir? Siyasi anlamda otorite kaybına uğrayan ve bu zayıf tarafları Batı’dan örnek alınan kimi değişikliklerle gidermeye çalışan bir devletin varlığı, geleneksel olanın geçerliliğini ortadan kaldıran bir tutum sergilemiştir. Tek söz sahibi padişahın siyasi otoritesi meclisin varlığıyla sarsılırken anayasal düzenlemelerin gerçekleşmesi ise şeriata dayalı hukukun çözümsüz kaldığı gerçeğini açığa çıkarmıştır. Söz konusu otorite boşluğunun toplumun temelini teşkil eden ailede babanın varlığına uzanması Tanzimat romanındaki zorlayıcı dönüşümlerdendir. Jale Parla’nın simgesel babadan gerçek babaya uzanan bu değişimi dönem romanlarındaki babasız genç adam kurguları üzerinden ele alması tesadüf değildir. Şinasi ve Namık Kemal’in söylemleri Batılılaşmanın ne denli travmatik bir değişim olduğunu bize kanıtlar. Parla’nın yer verdiği bu söylemlerde Şinasi, bizdeki değişimi Asya’nın erkek, Avrupa’nın kadın olarak düşünüldüğü ve Doğu’nun mutlak düşüncesinin baskın olduğu bir evlilik benzetmesi ile açıklarken Namık Kemal, “Şark ve Garp’ın fikr-i kemal ve bikr-i hayalini izdivaç ettirmeye çalışırız” söylemiyle ortaya koyar. Bu söylemlerde Batı’nın edilgin bir konumda olduğu evlilik benzetmesi vardır. ‘Venüs’te yaşananların 1908’in milat kabul edildiği ileri ve geriye sıçramalar üzerinden ortaya konması, Tanzimat Dönemi’ndeki Doğu-Batı çıkmazını da hatırlamayı gerektirir. Kadının bu kültürel değişimle birlikte kimliksel bunalımına bir yenisini eklediği gerçeği coğrafi bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır.