EDEBİYAT YAŞAM 

SÖZCÜKLERE SIĞINMAK

Karmaşa ve dinginliğin yaşamı algılayışımız üzerine ne denli etkisi olduğunu tanımlamak, hissetmekten daha zor şüphesiz. Her güne yeni bir gündemle uyanmak, sonuçsuz bırakılan birçok meselenin zihnimizde yankılanıp durması; karmaşanın toplumsal bir mesele olmaktan öteye giderek bireysel bir döngü halini almasını da beraberinde getiriyor. Sonuçsuzluğun unutmayı zorlaştıran, zihnimizin daha çok yorulduğu bir süreç olması da tükenmişliğimizi açıklamaya yetiyor. Tam da burada son yüzyılı her yönüyle açıklamaya yeten bir kavram bize olup bitenleri açıklıyor: “Yabancılaşma”. Hepimizin rutin adını verdiği ve alışık olduğumuz süreç ne zaman zihnimizi köreltir? Sabahları gündüz kuşağında, akşam ise haberlerde birer doz verilen bütün çarpıklıklar bizi dehşete düşürse de kesintisiz bir akış halini aldığında rutinimizin parçası haline gelir. Kim olduğumuz, nerede olduğumuz, değişimimiz bizi oyalayan endişelerden ötürü bilinmeze dönüştüğünde yabancılaşma başlar. Burada şunu da belirtmek gerekir ki yabancılaşma kavramı, bireyin bu endişeleri ve hayatındaki savrulmayı fark etmesiyle başlar. Yalnızlığa yönelen, korunaklı bir alanda varlığını sürdürme eğilimi duyan, toplumsallaşmaktan kaçınan kimseler yabancılaşmanın sınırları içinde değerlendirilir. Ahlaki değerlerin hüküm sürdüğü toplumlarda kendisini kaygı duymaksızın ifade edebilen bu bireyler, toplumsal bozulmanın olduğu yerde güvenilmez ilişkiler içinde kendilerini konumlandırmakta zorlanırlar. Bu karmaşanın verdiği yabancılaşma ise yalnızlığı beraberinde getirir.

Tüketimin insanlığı felakete doğru sürüklüyor olması da bu bağlamda değerlendirilebilir. Yabancılaşan bireyin ürkek ve çaresiz tutumu, toplumsal çarpıklığı görmesine rağmen kendisini gerçekleştirmesi önündeki en büyük engelidir. Vicdanımızı derinden sarsan olayların dahi tüketim nesnesine dönüşmesinin açıklanabilir bir tarafı yoktur. Sosyal medyanın binlerce gönderi ile kitlesel tepkileri pasifize edebiliyor olması otoritelerin demokrasi oyununda en önemli eşlikçisi olduğunu ortaya koymaktadır. Maddi tüketim, manevi açlığın ne denli büyüdüğünü görmemizi kolaylaştırmaktadır. İnsanın iç dünyasına yönelmesi, kendini ehlileştirebilmesi, manevi olarak doyuma ulaşması maddi açlığını dizginlemesini kolaylaştırabilir. Akla ilk olarak inançlar gelse de inançların da ahlakın bir parçası olduğu unutulmamalıdır. Klasikleşmiş yapıtların hepsi bize bu konuda yol göstermektedir.

2024 yılı biterken Oxford Sözlüğü’nün ve Cambridge Sözlüğü’nün belirlediği yılın kelimesi de benzer gerçekleri işaret etmekte. Oxford Sözlüğü, “Brain Rot – Beyin Çürümesi” terimini “özellikle önemsiz veya zorlayıcı olmadığı düşünülen materyallerin aşırı tüketiminin bir sonucu olarak görülen, bir kişinin zihinsel ya da entelektüel durumunun bozulması” olarak tanımlıyor. Zihinsel ve entelektüel durumun bozulması elbette tüketime bağlı olan çağımız insanının yukarıda söz ettiğim çıkmazına işaret etmekte. Cambridge Sözlüğü ise yılın sözcüğünü “Manifest” olarak belirlemiş. Shakespeare’in “açık, belirgin” anlamlarında kullandığı bu kelime günümüzde “istenen bir şeyi elde etmek için duyulan inanç, bunu hayal etmek” olarak açıklanmış. Hedeflerimizin dahi maddi kaygılarla şekillendiğini düşünürsek insanlık olarak arzularımızın hırsa dönüştüğü bir yılı geride bırakmışız. 2025 yılı nasıl olur bilinmez ama manifestlerin toplumsal huzuru esas aldığı, kolektif bilincin açığa çıkacağı bir yıl olur belki, kim bilir!

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar