EDEBİYAT 

SOKAĞIN CİNSİYETİ

Notos derginin son sayısında toplumsal dönüşümün olmazsa olmazı kadınlar ve yaşadıkları çevreyle olan bağları “flanöz” kavramıyla ele alınmış. Esasında bu kelime, “flanör” kelimesinin kadınları niteleyen değişimi. Flanör ya da flanöz, sokaklarda aylakça gezen kimse demek fakat bu aylaklık anlamsız bir eylemden öte, düşünsel bir aylaklık! Bir kenti, bir caddeyi, bir sokağı… Kimsenin dikkatini çekmeksizin gözlemleyen, inceleyen kimseler için kullanılmakta.

Merak duygusu, insanların öğrenmesindeki itici güç şüphesiz… Bu duygunun erkeklerde küçük yaşlarda pekiştirilmesi, desteklenmesi ya da engelleyici bir tutumla karşılaşmaması aşkınlığı var etmiş. Kadınlar ise merak duygularını bastırmak zorunda kalarak toplumdaki farklı otoritelerin engelleyici tutumundan ötürü kısıtlandığından aşkın varlıklar olma şansları ellerinden alınmış. Yani içkin olarak yaşamlarını sürdürmüşler. Toplumun sınırlarını çizdiği bu cinsiyetçi tutum erkeğin dış dünyaya, sokağa uyumunu kolaylaştırmış; farklı koşullara uyumunu kolaylaştıran bir tecrübe edinmesinin önünü açmıştır. Böylece erkekler, deneyimden yoksun bırakılan kadınların yanında her şeyin üstesinden gelebildikleri algısının oluşmasını sağlayan bir inancın parçası olmuşlardır. Söz konusu sürecin insanlık tarihi kadar eski olduğunu düşündüğümüzde bu inancın biyolojik cinsiyete bağlı bir miras yaklaşımını doğurmuş olmasına şaşmamak gerek. Kadınların iş bölümünde ev içinde görev almaları, erkeklerin dış dünyada hükmettikleri alanı genişletmiş ve otorite haline gelmeleriyle yazımızın çıkış noktası olan sokaklar erkeklere uygun bir mekân olarak kabul görmüştür. Cinsiyet odaklı kabullerden biri olan kadını mekân üstünden açıklama girişimi, söz konusu kavram –flanöz– ve bu kavramı örnekleyen karşılıklarıyla ters yüz edilmiştir.

Edebiyat, toplumsal dönüşümlerden etkilenmekle kalmaz bu dönüşümlerin öncülerini kurguladığı dünyalar aracılığıyla da var edebilir. Flanör deyince aklıma ilk, André Breton’un kendi iç dünyasını yansıttığı ve Paris sokaklarında Nadja’yı arayan André karakteri geliyor. Kendisini “Avare bir ruhum ben.” şeklinde tanıtan Nadja, André’nin düş gücüyle yarattığı bir kadındır. Hayallerindeki bu kadın, tıpkı kendisi gibi varoluş bunalımı içindedir. Güzelliğinden ziyade sorduğu sorularla ön plana çıkarılan Nadja ise Breton’un kurgusunda özlemi duyulan kadındır. Sokaklarda aylak gezen, bu gezileri sırasında kafasında bitmek bilmeyen seslerle boğuşan André flanör, tutkuyla beklediği kadın Nadja ise flanöz olarak tanımlanabilir. Nadja gibi bir kadının dış dünyadaki yokluğu André için hissedilen bir yokluktur. Edebiyatımızda ise Yusuf Atılgan’ın ‘Aylak Adam’ı C. hayalindeki aşkın peşine düşer. Tutkulu, hesapsız bir aşk… Hangi kadın doğru kadındır, hiçbir zaman emin olamaz. Hâlâ o sokaklarda bir köşede beklemeyi, gezinmeyi sürdürüyor olsa gerek. Kurguda yer alan Güler’in yanında gördüğümüz B. İse, C.’nin ruh eşidir. Benzer bir kurgu benzer bir özlem ‘Aylak Adam’da da açığa çıkmıştır. Fakat B. bir hayal değildir. Erkeklerin tutumunu sorgular. İç sesine sokağın uğultusunun karıştığını işitiriz. Dış dünyaya özgürce karışır ve kafası meşguldür.

Kadının sokağa karışması, erkeğe tanımlanmış bir alana inmesi ezberleri bozan bir eylemdir. Elbette kadınların sokakta kurgulandığı ilk metinlerde olumsuz bir algı yaratılarak verilmesi, hafifmeşrep tabir edilen kişiliğe büründürülmüş olmaları dikkat çeker. Erkeğin sokaktaki kadına, bulunduğu yer ve zamana göre farklı yargıları vardır. İlk metinler –Tanzimat romanları– bu etkinin en açık görüldüğü örnekler olsa da ‘Aylak Adam’da B.’nin sinemaya gittiği Erhan’ın da B.’ye benzer bir açıdan yaklaştığını görürüz. B., cinsel hazla yaklaşılan bir obje olmayı reddeder, aklıyla duygularıyla var olduğunu fark eden bir erkekle karşılaşmak umudunu taşır. Özgür ruhlu, biyolojik cinsiyetini dezavantaj olarak görmeyen, bedeninden utanmayan ve merak duygusuyla sokağı adımlayan B., çok sonra yazılmış bir metnin içinde sokakta kurgulansa da toplumsal baskının kırılması güç kalıplarına maruz kalmıştır.

Tanzimat Dönemi metinlerinde sokaktaki kadınların genellikle zengin erkekleri tuzağına düşürmek isteyen kötü kadınlar olduğunu; evin içinde, sessiz, itiraz etmeyen kadınların ise iyi olarak sunulduğunu okuruz. İlk örneklerde yaratılan kadınlar yalnızca iyi-kötü karşıtlığı üzerinden verilmiş; bu nedenle derinlikten yoksun, gerçekçi olmaktan uzak kurgular olarak değerlendirilmiştir. Tanzimat Dönemi’nde kadının sokakta dilediğince gezinebilmesi meselesi Ahmet Mithat’ta ilginç bir hale bürünmüştür. ‘Dürdane Hanım’ romanında merakı sonucu Dürdane Hanım’ın başından geçenleri öğrenen ve ona yardım etmek isteyen Ulviye Hanım, sokağa, meyhanelere, kısacası erkeklere tanımlanmış birçok mekâna erkek kılığında Acem Ali Bey adıyla dâhil olmuştur. Aksi mümkün değildir. Kadınlar kalıplarını kırmaya istekli olsa da toplumun buna izin vermediği, biçimsel değişikliğe rağmen düşünsel değişimin çok ağır gerçekleştiği metinler üstünden okunmaktadır.

Sokak, hayatın kendisiyse kadının da sokakta kendisine yer açması, kendi gerçekliğine ulaşması mühim bir gerekliliktir. Sağlıklı bir toplumun inşasında toplumu oluşturan her bireyin gerçekliğini keşfi, kadını öne çıkaran cinsiyetçi-feminist bir söylem değildir. Aksine sokağı erkeklerin hâkimiyet alanı olarak görenler ya da bu gerçeklik üstüne düşünmek istemeyenler cinsiyetçi söylemi güçlendirir.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar