EDEBİYAT YAŞAM 

NARLAR KENTİNDE BİR KÂHİN

Son birkaç haftadır pamuk hasadının telaşına şahit oluyoruz. Kasalar dolusu pamuğun savrula döküle büyük kasalar içinde taşındığına, tarlaları dolduran mevsimlik işçilere, yağmurun ansızın yağıp kayboluşuna… Yüzü güneş yanığı kadınların çekingen bakışlarını gizlediği saçlarının üstündeki eğreti yazmaları ele veriyor kaderlerine yazgılı olduklarını, bir de içlerinde büyüttükleri gelecek… Yoksa koca bir geçmiş mi demeliydim. Geleceksizliğe mahkûm edilmiş bu insanlara baktıkça geçmişin yükü altında ezilmeye devam ettiklerinden başka bir şey geçmiyor, geçemiyor aklımdan. Genç yaşlarına rağmen yorulmuş bedenlerini çaresizce yüklenen çıplak ayakları, yerleri süpüren elbiselerinin altında bir görünüp bir kaybolurken hayatlarına dair tek ışıltının üstlerine biçilmiş kumaştan ibaret olduğu gerçeğini de açık ediyordu. Bir dirim mücadelesi verirken yaşadıkları ölümler kendi benliklerinde beliriyordu.

Tüm bu telaş içinde araçların gürültüyle geçtiği, gece boyu uğultunun dinmediği yollarda toprağın sesini bastıran mekanik bir çığlık kulağımızın alıştığı cılız bir ses gibi arka planda bitmek bilmeyen akışını sürdürürken, cır cır böceklerinin kışa yaklaştıkça artan telaşlı ötüşleriyle yarışa giriyor; insanın biyolojik ritmini zorlayan bu akış, doğa için yaşamsal bir döngüden, bir nefes alıştan başka bir anlama gelmiyordu. Doğanın insana rağmen var oluşu bir mücadele değil, olağan bir sonuçken insanın doğada yer edinmesinin tarihsel kökeni yetersizlik hissi içinde hükmettiğini ortaya koyuyordu. Bir parçası olduğu doğayı reddediş içine girmesiyle başlayan sürecin, ihtiyacı aşan bir tüketim ve ihtiyaç fazlası üretimle birlikte keskin bir hal aldığı, özel mülkiyet kavramıyla kendine tanımladığı alanları hırsla büyüterek modern bir yaklaşım geliştirdiğine olan inancı, bugün içinde bulunduğumuz çıkmaza sürüklenmemizdeki en önemli etken halini alıyor.

Buna karşılık ‘Hayvan’, ‘Üretim’ adlı yeni tanrının kulluğuna koşulmadıkça, canına kolaylıkla kıyılıveren, zararlı bir ortak ya da ancak katlanılır bir bela olup çıkıveriyor.” diye mi büyüyüp duran bu şehir bin yılların mirasını yutmak hırsı içinde? Yok edilmesi gereken haşerelerin evlerimiz içindeki dayanılmaz varlığı mı sorun, yoksa onların yaşam alanına dâhil oluşumuz mu?

Bilge Karasu’nun “İnsanın bir zamanlar farkında olduğu bir dirim dengesi ortaklığının yerini sömürücülüğün, ya da, daha kötüsü, aldırışsızlığın da ötesinde bir bakar körlüğün almış olmasını ürkünç buluyorum.” demesi gibi içinde bulunduğumuz kıyımın ortakları olarak böylesi işimize geliyor olmalı. Bizler içinde bulunduğumuz koşturmacanın biricik mensupları olarak bütün yorgunluğumuzu büyük bir gururla taşırken karşılığında bedelini başka canlılara ödettiğimiz kimi suçlara ortak olmakta bir beis görmüyoruz! Bu koşturmaca öyle kutsal bir hal aldı ki bir yandan tarihsel bir sorumluluk halini almaya, bir yandan örnek bir insan olmaya dair değişikliğe neden olmakta, böylece değerlerin kapsamında derin bir aşınmayı beraberinde getirmektedir. Bilge Karasu’nun da sorguladığı gibi “insanlar, binlerce yıldır neredeyse soluklarını kesen bir gururla sözünü edip durdukları insanlıklarını anımsayamazlar mı”; yoksa mesele tam olarak insanlığımızın bilincinde oluşumuz mu?

Narla İncire Gazel’de insanın acımasızlığına, kendisini yaşamın merkezine alışına dair gözlemlerini aktaran Bilge Karasu, kadim inanışlarda ve mitolojilerde kendisine yer bulan nar ve incirden yola çıkıyor. İnsanın bu iki ağacı kutsamasıyla başlayan yolculuğunun modern yaşamla birlikte gözden çıkardığı ilkel bir detay halini alması üstü kapalı biçimde sorgulanıyor. Narlar kentindeki çevresel tahribatın boyutlarının yaşanan değişimler üstünden doğaçlama biçimde aktarılması ve narla incire yapılan güzelleme ise “gazel” adlandırmasını anlaşılır kılıyor.

Yaşamak, durmadan, ardında yıkıntılar bırakarak bir yerden bir yere gittiğimizi sanmak mıdır?” derken narlar kentini küle dönmüş bir halde bırakmaktan duyduğu acıyı ortaya koymaya çalışıyor. Yanan bir ağaç, bir yuva, bir tarih, bir miras… Hem hiçbir şey hem her şeydir Bilge Karasu için: “…bütün karşıtlıkları içinde birleştirmiş eskiçağlar tanrısının yaşattığı bir çılgınlıktan çıkar gibiyim.” Kadim inanışların doğayı merkeze alan tutumlarının geride kaldığı bu çağ içinden geçen herkesin tarihsel kipliğini yitirmeye başlayan bir karmaşa içinde resmedildiği kitap, hayata dair zıtlıkların iç içeliğinin de üstünde durmayı önemseyen bir tutumla yazılmıştır. Bilge Karasu, tarihe karışan anı geride bırakan her durumu bir ölüm olarak ele almış; geçmişin sınırlarına dâhil olan bütün izleri, sözleri, yaşanmışlıkları birer ölüm olarak nitelendirmiştir. Bir dirimin binlerce ölümden oluştuğu gerçeğini bildik durumlar ve insanın vurdumduymazlığı üstünden işlemiştir.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar