EDEBİYAT 

KURMACADA BİR MEKÂN OLAN “EV”İN ÇAĞRIŞIMSAL ANLAMI ÜZERİNE

Kelimelerle aramızda anlaşılması güç bir bağ oluşur zaman içinde. Çağrıştırdığı duygu belirler, kafamızdaki resmini. Aydınlıktan karanlığa doğru yol alan bir ölçek üstünde kendi derinliğini seçerken yaşanmışlıklarımıza yaslar sırtını. Kelimelere dair algımız ise ancak hissettirdiğinin aksi duygular uyandıran tecrübelerle kendini yeniler.

Bugünlerde bir mekân olarak “ev” ve “ev”in halleri üzerine düşünüyorum. Çağrıştırdıklarıyla başka duygular uyandırması, kişiden kişiye değişen yansımaları, hatta aynı kişide bile farklı duyguları ortaya çıkarabilmesine rastlıyorum okumalarımda. Mekân unsuru, metinlerin kurgusu için temel unsurlardan biri. Hal böyle olunca “ev”i ana mekân olarak her metinde görüyoruz. İç mekân olarak değerlendirilen “ev”in, çoğu kez kişilerin ruh hallerini etkilediğine; tam aksine kişilerin ruh hallerinin de “ev”in düzeni, eşyaların seçimi konusunda belirleyici olduğuna okumalarımız sırasında tanıklık ediyoruz. Özellikle aile, çocukluk, evlilik, hastalık gibi temaların açıklığa kavuşturulması adına her detayının önem kazandığı “ev”, kişilerin kimliklerine, geçmişlerine dair çözümlemeler yapmamızı oldukça kolaylaştırıyor.

– Eylem Ata Güleç –

Ev”, beraberinde oda, duvar, pencere gibi kendisini var eden parçalarla da aktarılabilmekte. Somut bir anlatımdan ziyade soyut bir anlatıma bürünerek farklı mecazlar oluşturması da muhtemel. Okuduğum son öykü kitaplarından biri olan Eylem Ata Güleç’e ait ‘Uzak Değil’den yola çıkacak olursam kimi öykülerinde “evde olmak”, “eve sığınmak”, “duvarların ardına mahkûm olmak” ön plandadır. Öykülerdeki kişiler, hayata karışma isteği olan, ölümlerden yorulup yaşama sarılmak için çırpınan, huzuru arayan ve sırf bu yüzden eve ya da bir odaya kapanmak zorunda kalan insanlardır. Mekâna sıkışmışlık hissinin çok güzel aktarıldığı ‘İki Katlı’ öyküsünde, bir odada beş çocuğun bir arada kaldığı anlara eşlik ederiz. Küçük bir kızın, bilmediği bir evde, kendi gerçeğinden uzak bir düzenin içinde ne denli sıkıldığını okuduğumuz öyküde bazen pencere bazen kapı altından nasıl dışarıya karışmak istediğini ise öyküyü noktalayan şu cümleler ortaya koyar:

Oda çiş kokuyor. Kapının dibine uzanıyorum. Gözlerimi kapatmıyorum. Pırıltı böceği çizdiğim resmi düşünüyorum. Dışarıya sızmayı bekliyorum. ‘Tarantupuf!’” (s. 35)

– Nurdan Gürbilek –

Buradaki dışarıya sızma isteği, Nurdan Gürbilek’in ‘Ev Ödevi’nde yazdıklarını anımsatmıştı bana. Gaston Bachelard’ın evi mutluluk mekânı olarak tarif ettiğinden bahseden Gürbilek, Bachelard’ın evi, çocuk için koruyucu, anıların ve düşlerin barınağı olan bir mekân kabul ettiğini aktarır.

Nurdan Gürbilek’in ‘Mekânın Poetikası’nda dikkatini çeken kısımlar, Melisa Kesmez’de de iz bırakmış belli ki. Kitabın girişindeki alıntı bu etkiyi açık biçimde ortaya koyar. Melisa Kesmez’in ‘Nohut Oda’sındaki öykülerde ev bir mekân olmaktan çıkarak, öyküdeki ana kişilerden biri haline gelir. Edilgen değil etken bir yapıya bürünmüştür. Bütün öykülerde kişilerin yaşadıkları “ev”le olan bağları aktarılır. Nereye ait olduğunu bilemeyen, kafası karışık insanlara dair farklı manzaralar sunulur. Özellikle ‘Son Bir Çay’ öyküsünde bir evin ve o evdeki bir odanın nasıl farklı kimlikler kazanabileceği üstünde durulmuştur.

– Melisa Kesmez –

Annesinin evi dip köşe ele geçiren, her şeye sahibelik eden, kimseye nefes aldırmayan ilgi alakasından bir kapıyla ayrılmış bu müstakil odada, onun anne şefkati maskesinin arkasına gizlenmiş despot iktidarına yıllarca kafa tutmuş olduğunu fark ediyorum ilk kez.” (s. 43)

Kalanlar’ öyküsünde ise evin yaşayan bir yer haline gelme süreci: “Her seferinde o kupkuru evleri daha ilk günden yaşayan bir yer haline getirmenin yollarını arıyorduk. Çünkü orayı bir an evvel senin kılman, seninle nefes alıp veren, sen kokan bir yer haline getirmen gerekiyordu. Sonsuz yuva arayışımızın kurallarından biriydi bu.” ( s. 15) satırlarıyla ortaya konur. Bu öyküdeki “evi yaşayan yere dönüştürme” meselesine Ziya Osman Saba’nın öykülerinde de rastlarız. Özellikle ‘O Mahalle’ öyküsünde evlilik hazırlığı yapan bir çiftin gözünden aktarılan şu satırlarda: “Ben odayı çabucak döşüyor, şu pencere kenarına bir koltuk koyarız, soba şu köşeye kurulur, karyolamızın yeri de şurası… Ve o bizim olacak odayı şimdiden ılık, elektriğine koyacağımız abajurla, yeşil bir aydınlık içinde görüyordum.” (s. 115)

Evler, kalabalık ailelerin yaşadığı; paylaşımın, hoşgörünün, yardımlaşmanın görüldüğü mekânlardır Ziya Osman Saba’da. Geleneksel olan ne varsa bunların yaşatılıp aktarıldığı yapılardır. Bu nedenle kutsaldır.

Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde ise Tezer Özlü bu gelenekselliğe tahammül edemez, onu eleştirir. Kutsal olan birçok şey gibi evi, dahası aile kavramını sorgular. Babanın kontrol mekanizması oluşu, despot tutumu, babaannenin günahlardan sakınarak yaşadığı hayatı, anne-babanın arasındaki sevgisizlik… Evi çağrıştıran bunlardır. Kasvetli, soğuk bir evde birbiriyle ilişkilerini sıfırlamış insanların içinde, tutunmayı başaramayan bir kız çocuğunun aklında kalan bu manzaralar, kaçmak isteği uyandırır.

Pazar günleri gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim… Evlerin pencere camları buharlaşmışsa… Odaların içine asılmış çamaşır görürsem… Bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayınlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek… İsterim hep.” (s. 16)

Evden uzaklaşmak” demişken Selçuk Baran’ın ‘Bozacıda’ öyküsündeki Feride’nin de hayalidir uzaklar. Evde anlaşılmayan, annesinin sürekli hor gördüğü bir kızcağızdır Feride. Onun ailesinden bunaldığında, anlaşılmadığı anlarda kendini bulduğu yer ise pencerenin önüdür.

Pencerenin önüne gidip sedire oturdu. Dışarıya bakmaya başladı. Aslında pencerenin önüne, dışarıya bakmak için oturmazdı. Çünkü görülecek pek bir şey yoktu. Çamurlu bir bahçe, yaprakları dökülmüş ağaçlar, karşıda yıkık bahçe duvarının ötesinden görülen başka harap evler, iki yanda da komşu evlerden birinin pembe, ötekinin çivit mavisi duvarları… Ama dışarıya bakarken evden uzaklaşmış oluyor; yerde yaygının üzerinde bilye oynamaya çalışan, bu arada da boğuşup duran iki küçük kardeşinden kurtulup yalnız kalıyordu.” (s. 39)

Feride’nin ‘Sevgili Arsız Ölüm’ün ‘Dirmit’ini çağrıştırdığını da belirtmeden edemeyeceğim.

‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’ romanı ve ‘Bozacıda’ öyküsünde “ev” daha çok aile üzerinden anlam kazanan bir mekân olmuştur. Bu nedenle “ev”in anlamını iç dinamikler belirler. Bir de toplumun ötelediği, korku uyandırdığı kimi durumlarda “ev”in kazandığı anlam vardır. Dış dinamiklerin belirlediği bu anlamıyla “ev” güvenilir bir liman haline gelir. Kimsenin ulaşamayacağı bir korunak olur.

Oğuz Atay’ın ‘Korkuyu Beklerken’i bu anlamda aklımda beliren ilk örnek. Gizemli bir mektubun yarattığı tedirginliğin ironik bir biçimde aktarıldığı öykü, yabancılaşma meselesi üzerine eğilir. Bilinmeyen bir dille yazılmış bu mektupta çözümlenmeyi bekleyen bir mesaj vardır. Mektubun içeriğine dair tahminleri ve tedirginliği nedeniyle dışarıya çıkamayan kahramanımız bir süre sonra dışarıya çıkmak konusunda cesaret gösterir, içindeki korkuyu büyüttüğü anlarda ise kendisini tekrar evde bulur. Mektuptaki bilinmezlik, yabancılaşma olarak yorumlanabilir. Kahramanın topluma, karmaşaya olan uzaklığı, toplumun ise mektuptaki bu bilinmeyen dili kullanarak kahramanı kendileri gibi bir yola girmeye zorlamaları anlatılmıştır diyebiliriz. Akrabalarının evlilik konusunda telkinde bulunması, siyasi anlamda taraf tutmaya zorlanması toplumun parçası haline gelmesi demektir. Dayatmalara maruz kalan kahramanımız öykünün sonunda evini yıkılmış olarak bulur. Yazar, toplumun bütün yönlendirmelerini reddettiğini “ev” imgesini yıkarak ortaya koyar adeta.

– Deniz Gezgin –

Deniz Gezgin’in ‘Ahraz’ında da toplumun çirkin yüzü verilir. Küçük bir sahil kasabasının bütün günahını omzunda taşıyan Adile ve oğlu İsrafil’in hikâyesinin anlatıldığı, mitolojik esintilerle örülü bu romanda da Adile’nin sığındığı ev dikkat çeker. Atık toplayan anne-oğul birbirine yabancı oldukları bir ilişkiye sahiptir. Kasabanın Adile’yi günahkâr kabul etmesi, istememesi Adile’nin kasabalıdan uzak durmasına neden olur. Terk edilmiş bir eve sığınmış, İsrafil’i burada büyütmüştür. Bu ev Adile özelinde sığınak, dışarının tekinsiz oluşuna karşı huzur bulmayı amaçladığı bir çatıdır. Evin terk edilmiş oluşu, yıpranmışlığı, yani kaderi, Adile’yle benzerlik gösterir. İsrafil ise evin içinde olsa dahi korktuğu durumlarda bir dolaba sığınır. Bu dolap bir mağarayı, bir kovuğu andırır. Sakinleşene kadar bu dolapta durur. Sığınak kabul ettiği bu dolap anne rahmi olarak da düşünülebilir. Bir bebeğin anne rahminde güvende oluşuyla, İsrafil’in dolapta güvende hissetmesi arasında pek fark yoktur.

Ev” ve taşıdığı anlamlar üzerine daha birçok çarpıcı örnek verilebilir. Ama “ev” demişken evler şairi Behçet Necatigil’e de değinmek isterim. Onu da eve bağlayan farklı sebepler var elbette. Şiirlerinde evin çağrıştırdıkları ise birbirinden farklıdır. Bir özlem, sığınak olarak karşımıza çıktığı gibi mahkûm oluşu da resmedebilir.

Trenler, gemiler, düşler bırakıyor insanı bir yerde/ Sonra gene dönülmez bir yol gibi ev!

– Gonca Özmen –

Gonca Özmen ise, dizelerinde, “Götürme beni o apansız kapana/ Ev dediğin ne ki kaçtığımın yanında” diyor. Sokağa sığınıyor daha çok. Evi ataerkil düzenin kadının omzuna yüklediği bir sorumluluk olarak verir şiirlerinde. Şair buna karşı çıkarak, sokağın çağrısına kaptırır gönlünü.

Bazen gidip gelir pencereler/ Görmeyiz biz/ Bir yalnızlığı dolaşır gelir bir merdiven/ Bilmeyiz/ Evin sırrını saklar duvar/ ev ki kadındır derler bekler susarak/ söz biter aydınlıkla gölge arası/ sen kapılara eşik olursun ağustosla eylül arası/ kapıyı duvara yakıştırmışlar/ beni bir sokağın mırıldanışına/ bak, göğü örttüm/ koltuk seni bekler gibi durur/ terliklerin iki yıkık eğri sofada.” (s. 52)

Bütün metin türlerinde karşımıza çıkan, kimi zaman huzurun kimi zaman sıkıntının; kimi zaman anıların kimi zaman hayallerin dili haline gelen bu mekân, içinde barındırdığı sonsuz sırlarla edebi eserleri çokça meşgul etmeyi sürdürecektir şüphesiz.

YARARLANILAN KAYNAKLAR:

– Eylem Ata Güleç, ‘Uzak Değil’, YKY, Şubat 2021.

– Nurdan Gürbilek, ‘Ev Ödevi’, Metis Yayınları, Mart 2019.

– Melisa Kesmez, ‘Nohut Oda’, İletişim Yayınları, 2019.

– Ziya Osman Saba, ‘Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’, Can Yayınları, Ocak 2021.

– Tezer Özlü, ‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’, YKY, Mayıs 2010.

– Selçuk Baran, ‘Yelkovan Yokuşu’, YKY, Temmuz 2020.

– Oğuz Atay, ‘Korkuyu Beklerken’, İletişim Yayınları, 2015.

– Deniz Gezgin, ‘Ahraz’, Can Yayınları, Kasım 2019.

– Gonca Özmen, ‘Belki Sessiz’, Kırmızı Kedi Yayınevi, Haziran 2018.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar