EDEBİYAT TOPLUM 

KUNDERA’DA ‘MODERN’ ÇIKMAZI VE İKTİDAR

Geçtiğimiz haftalarda ‘Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’ üzerine yaptığım okuma sırasında Milan Kundera üzerine epey düşünme fırsatı buldum. İster toplum içindeki yerini ister bir başınalığını anlatsın bireyi ele alışındaki yaklaşımı hiç değişmiyor. Romanlarında tarih, psikoloji, sosyoloji, politika gibi birçok disiplinin kaynaklığından yararlanmış olan yazar, bu alanları varoluş meselesini daha somut kılmak için araç olarak görüyor adeta. Bu kitabında ise Çekoslovakya –bugünkü Çekya– tarihinden yola çıkarken, dönemin rejiminin bireyler üzerindeki farklı sonuçlarına, yani eylemlere odaklanıyor yazar.

Kundera, –diğer romanlarında olduğu gibi– tarihsel çelişkileri yalnızca aktarıyor, bu çelişkiler üzerine herhangi bir görüşe varmayı tercih etmiyor. İnsanların içinde bulunduğu bütün durumlar, bir varoluş sancısının dışa vurumu olarak aktarılıyor, hepsi bu. Yaşananların çoğu ‘garip’. ‘Akılla izahı olmayan birbirinin benzeri olaylar toplumlar için tarih boyunca tekrar tekrar yaşanabilir’ gerçeğinden yola çıkıyor. Bireyler, bu tekrarın kurbanı olurken kitlenin bir parçası haline gelenlerin ‘modern’ oluş içindeki hipnoz olma hali bu garipliklerin rastlanılabilirliğini artırıyor anlayacağınız.

Çek gerçeküstücülerden Záviš Kalandra’nın idamı ise bu hipnoz oluşa çarpıcı bir örnek olarak sunulmuş. 1950’de Kalandra’nın idam kararı verildiğinde yakın arkadaşlarından André Breton bu kararı protesto ederken bir başka yakın arkadaşı ünlü Fransız şair Paul Éluard, Breton’un protesto çağrısına kulak asmaz ve bir halk düşmanının yanında olmayı reddettiğini söyleyerek ölümleri neşe içinde karşılayan kitleye ‘kardeşlik ve barış’(!) üzerine yazdığı şiirlerini okur:

Suçsuzluğu göklere çıkaracağız,/ uzun süredir eksikliğini duyduğumuz güçle,/ artık hiç yalnız kalmayacağız.

Éluard için paylaşılan bu dizeler, dönemin siyasi anlayışı içinde değerlendirildiğinde büyük bir yoksunluğu ortaya koyar. Ancak fazlasıyla ezilmiş biri, güç arzusunu içinde bu denli büyütür. “Suçsuzluğun göğe çıkarılması” iddiası ise içinde başka acıları, suçları gizleyecek olan büyük bir yalandır şüphesiz. İnsanlık tarihinin seyrini belirleyen mantık değil duygulardır. Ortak bir duyguya mensup insanların dizginlenemediği anlarda liderler devreye girer. Demokrasinin olmadığı toplumlarda görülmesi mümkün olan bu durumlar, toplumdaki herkesin vatanseverliğini ispatlamak zorunda hissettiği ve bunu öldürmeksizin yapamadığı bir süreci içine alır. İşte bir toplumun ölümleri kutsadığı o an hipnoz anıdır.

Yine Éluard başka bir şiirinde ise, “Ama suçlu ben değilim, ben değilim,/ katillerle bir olmadım, olmayacağım da” der. Oysa zaman, idealleri uğruna öldürmekten çekinmeyenlerin yanında saf tuttuğunu ortaya koymuştur. Sanatçı, her zaman muhalif olmalıdır. Éluard ise iktidar olmanın büyüsüne kapılarak en olmadığı yere “katiller”le bir olmaya doğru sürüklenmiştir. Tam da burada insanın arayışı üzerine sarsıcı tespitlerde bulunan Emil Cioran’ın “Bir tanrıyı yakışıksızca seven kişi, başkalarını da onu sevmeye zorlar, buna razı olmazlarsa onları yok etmeye de hazırdır. Hiçbir hoşgörüsüzlük, ideolojik taviz vermezlik veya din yayıcılığı yoktur ki, şevkin hayvani temelini açığa vurmasın. (…) O lirik cüzzam aracılığıyla ruhlara bulaşır, boyun eğdirir; onları ezer ya da taşkınlaştırır…” satırları düşüyor usuma. Fanatizm üzerine söylediklerine bakılırsa topluma ve insanların zaaflarına dair Kundera’yla aynı noktayı yakalamış oldukları ortada.

* * *

Modern Çağ’daki iktidar arzusunun, insanların ve toplumun belleğini nasıl aşındırdığını gözler önüne seren kitabın ilerleyen satırlarında bir de tarihçi Milan Hübl’e ait, bu kurguyla paralel olan görüşlerine de yer veriliyor:

Bir halkı ortadan kaldırmak için, belleğini yok etmekle işe başlanır. Kitaplarını, kültürlerini, tarihlerini yok ederler. Bir başkası onlara başka kitaplar yazar, bir başka kültür verir, bir başka tarih uydurur. Ve böylece halk, yavaş yavaş ne olduğunu, daha önce ne olmuş olduğunu unutmaya başlar. Çevresindeki dünya da onu daha çabuk unutmaya başlar.

Kundera’da karşı durulan ‘modern’, rejimin kendine göre tanımladığı ‘oluş’ biçiminde ortaya koyduğu halidir. Kendi ‘modern’ anlayışını ortaya koymaz. Eleştirdiği anlayışı yaşanmış örnekler üzerinden aktarır. Totaliter rejimlerin toplumu geçmişten mahrum bırakması, geçmişi dilediği gibi yazması, değiştirmesi ve kendini modern olarak tanımlayışlarına karşı tutumunu romanlarıyla ortaya koyar.

Toplumun belleksiz kalışı henüz bir geçmişe, yani hafızaya sahip olmayan çocuklarla ilintili ele alınırken yaşananlar için mekân olarak bir adanın seçilmesi, gerçeğimizin distopyadan farksız oluşunu anımsatmaktır. İnsanın kendisini tanıma ve tanımlama çabasını, içinde bulunduğu fiziki ve sosyal çevre temelinde yaptığını kabul edersek Kundera’nın niçin Modern Çağ’dan haz etmediği ise varoluşsal çerçevede anlaşılır bir hâl alır.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar