EDEBİYAT 

“ÇİÇEKLİ ŞİİRLER”E SIĞINAN YORGUN RUHLAR

Bazı şairler, bazı şiirler hayatınızın tam ortasından geçer. Dokunmanın ötesinde bir gerçekliğin şaşkınlığını taşırsınız okurken. Birisi sanki size dair ne kadar giz varsa, aklınızın bir kenarında asılı kalan unutamadığınız ne kadar an varsa kalemiyle açık ediverir. Aynı hüzünlerin yaşandığı başka evlerden, başka kalplerden haberdar olunca rahatlamayla karışık bir sızı titretir içinizi. Biraz cesaretiniz bilenir belki. Konuşmaktan kaçındığınız ne varsa sıradanlaşır, utanmak duygusuyla perdelenen tüm yaşanmışlıklar aydınlığına kavuşur.

Birkaç gün önce ölüm yıldönümü nedeniyle yapılan paylaşımlar üzerine dizelerine göz atma ihtiyacı hissettiğim Didem Madak’ın şiirleri bilmediğim bir yere, zamana götürüp bıraktı beni yine. Çocukluğumun, adını koyamadığım bütün anları ve o anların ortasına çıkan başı sonu belirsiz bir tünel gibi kimi şiirleri. Baktığım yeri bilircesine yazdığı dizelerinde yalnızlığı, acıyı, çaresizliği bir alın yazısı kabul edip kendisini teselli edişini, içindeki bütün çığlıkları boğazında bir düğüme dönüştürüp başını ihtiyatla öne eğişini tekrar tekrar okuduğumda yolumuzun kesişmiş olabileceğine inanırken buluyorum kendimi.

Babam/ çıkarılmış bir adam bütün fotoğraflardan. / Kader neydi sanki o zaman/ masada açık unutulmuş/ turuncu kulaklı bir makastan başka.” İşte, bu dizedeki o turuncu kulaklı makas her okuduğumda beni inandırmaya yeten detaylardan biri oldu mesela. “Hani her çocuk zaman zaman/ kendini mor bir zambağın içinde düşler ya” dizesi de öyle. Sahi, mor bir zambağı düşlerine alan kaç çocuk vardır ki? Sonra “Temiz kokan pazen gecelikler ve şehriye çorbası”, “Kasapların perdeleri boncuktan/ Et. Kan. Ve o boncuklu şıkırtılar/ Ne tezatlı bir şey, ne tuhaf/ Ne tuhaf acıyla hiç konuşamamak.” gibi hayata dair dikkatinden kaçmayan kimi detaylar da buna dâhil.

Annesini erken kaybedişi ve şiirlerini anne yokluğu eksenine oturtması, kız kardeşine düşkünlüğü ve babasıyla yaşadığı kopuş… Şiiri, sığındığı bir liman; sözcükleri ise dert ortağı yapan şair bir Füsun’dan bir başka Füsun’a uzanan bir hayata sığdırdı şiirlerini. İmgelere teslim olmuş şiiri hayata dair çözümlemelerle dolu olan Didem Madak, hayata yenik başlayanların, kenara itilenlerin, ışığını kaybetse de fark edilme özlemi duyanların, kimse olamamışların yalnızlığını çiçeklerle, simlerle bezemeyi başardı.

Çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz, bayım/ Bilmiyorsunuz darmadağın gövdemi/ Çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum/ Karanlıkta oturuyorum, ışıkları yakmıyorum…

-Didem Madak –

* * *

Didem Madak’ın aksine babasını erken yaşta kaybeden ve annesine sitem duygusu taşıyan, kadının toplum içindeki yerini çokça sorgulayan Sylvia Plath da genç yaşta hayata veda eder. Madak gibi çocuklarını küçük yaşta ardında bırakır. Fakat Plath’ta bu gidiş bir tercihtir, Didem Madak içinse kaçamadığı bir son. Madak’ın hayata dair “ümitvar” oluşunu da onda görmeyiz. Hayattan bir beklentisi kalmadığında intihar düşüncesine teslim olur. Didem Madak, bu gidişten yedi yıl sonra hayata gözlerini açacaktır. Hayat hikâyelerindeki zıtlığa rağmen Sylvia Plath’ta da benzer yoksunluğu, yalnızlığı görürüz: “Ben kökünü toprağa batırmış bir ağaç değilim/ taşları ve o ana sevgisini emen/ bu yüzden büyüyemiyorum parlak yapraklara her nisan./ Bir çiçek tarhının güzelliği de olamadım ne yazık ki.

– Sylvia Plath –

Hem istenmemenin hem kadın oluşun sancılarını her iki şairin şiirinde görmek mümkün. Başka zamanlarda yol almış insanların, benzer acıları derinden hissettiği yolculuklara rastlamak hayatın tekdüzeliğinden başka ne olabilir ki? Rolleri değişmeyen türlü hikâyelerin değişip duran oyuncularıyız sadece.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar