BİR DİPSİZ KUYU
-ADANA-
Dört duvara mahkûm olduğumuz son aylarda her şeyin başkalığında kaybolmaya fazlasıyla zamanımız vardı sanırım. Hayatımızın sınırları, o büyük ve karmaşık boyutundan sıyrıldı da küçücük bir eve, hatta odaya sığıverdi. (Sığdırabilenler olarak şanslıydık, şüphesiz.) İçinde bulunduğumuz denklem basit bir hal aldı. Şairin düşünmediğimizden yakındığı o ince şeyler durup düşünüldü belki, düşünülmeliydi ya da. Hayatı işine endeksli yaşamaya çalışan bizler, bu sığ, sıkıştırılmış, içi boşaltılmış “yaşamak” tanımına kendimizce kafa tuttuk. O “özgür” olduğumuz –ki bize göre dilediğimizce gezmek olan– zamanlara hasretlik duyarken birbirinin aynı olan mekânlara ve benzer zamanlara hapsolduğumuz bütün yaşanmışlıkların da tekdüze iş hayatımızın parçası olmaktan öteye gitmediğinin farkına vardık. Anlamaktan ve anlaşılmaktan uzak insanlarla, içten içe yarış içine girerek tükettiklerimiz üstünden paylaşımda bulunduğumuz o renkli ortamların gri, ruhu arada kalmış insanlarından biri olmanın yorgunluğunu duyumsadık. Yalnız kalma korkusuyla bir çevreye dâhil olma telaşının, ruhumuzu olmak istemediği biri gibi davranmaya zorlamanın verdiği üstesinden gelinemeyen o yorgunluk, zihnimizde yarattığı derin boşlukta yolunu bulmaya çalıştı bir süre. Kendimize yetebilirken sosyal kaygılarla ona kulak vermeyen bizler, soluğu yine nihayetimiz olan yalnızlığın yanında aldık. Tüm samimiyeti, sadakatiyle bizi karşıladı. O koşturmaca içindeki alttan almaların, zoraki gülümsemelerin, mantık dışılıklara göz yummaların, kendimize ters düşmelerin zihnimizde düğüm halini alıp beynimizde açtığı o kocaman karanlık boşluğa ve bitmek bilmeyen ağrısına ilaç gibi geldi, bizi olduğumuz gibi kabul eden, güvenli tek sığınağımız olan, ihmal ettiğimiz yalnızlık yine bizi iyileştiren oldu.
Bir başınalıktan öte, iç dünyamıza yöneldiğimiz, ruhumuza kulak verdiğimiz zihnimizdeki tüm zamansal ve mekânsal sınırları ortadan kaldırıp, başka dünyalara zahmetsizce gidebileceğimizin keşfi olan yalnızlık, her şey eski akışına döndüğünde, –ama eskisi gibi olmadığında– koşturmaca bir şekilde hızını artırdığında gerçekliğini görebilenlere bunaldıkları an soluklanacakları tek çıkış olduğunu derin bir sessizlik içinde gözler önüne serdi. Hayatın bitmek bilmez hayhuyu içinde cılız, silik, umursamak istemediğimiz görüntüsünün ötesinde benliğimizin derinliklerini güçlü kökleriyle kuşatmış olduğunu vakur duruşuyla anlattı bir kez daha. Biz anlayabildik mi, anlayabiliyor muyuz? Yoksa bütün bu kısıtlamaların ruhumuzdaki yansımalarını farklı okuyup kendimizi bulmak için başkalarıyla yan yana olmaya gün mü sayıyoruz? Bilemiyorum. Kim bilir, bu mukayeseyi belki sabırsızlıkla beklediğimiz o buluşmalardan sonra yapacağız.
Oysa en büyük korkumuz olan yalnızlık, bizi koşulsuz sarmalamaya hazır. Kendimizi tanımak, dış dünyadan soyutlamak için bulunmaz bir fırsat gibi yanı başımızda. Korkmayı bırakıp ona kulak verdiğimizde başka bir dünyaya aralanan kapıya dönüşecek. Kimseye ihtiyaç duymadığımız, potansiyelimizi açığa çıkaracak bu dünya, benliğimize dair soruların, neden ve nasıl var olmamız gerektiğinin cevaplarıyla dolu olan “dipsiz bir kuyu” adeta. Kuyunun o bitimsiz karanlığı ürkütücü gibi dursa da duyduğu her sesi sahibine geri iletmesi gibi yalnızlık da her sualimizin benliğimizle yüzleşmesini sağlıyor. Bu sebeple kişisel tarihimizin aydınlanma anları yalnızlığımızla barıştığımız anlardan sonrasına rastlıyor. Kafka’nın da mektuplarında söylediği gibi kimi zaman yalnız kalabilmek mutluluğun ilk koşulu olabiliyor. Bize sadece yalnızlığın sesine kulak vermek, huzur veren sesinde kaybolmak düşüyor.