EDEBİYAT TOPLUM 

BARIŞ YA DA GODOT’YU BEKLEMEK

1 Eylül” geride kalırken her yıl olduğu gibi zihnimde yankılanan bir soru: Nedir barış? İçinde bulunduğumuz yüzyıla değin geçip giden onca zaman içinde defalarca adı konan ama bir şekilde çiğnenmiş bir değerler sistemi mi, yoksa çaresizlerin ulaşmak arzusuyla uğruna savaştıkları bir ideal mi?  TDK, “Savaş halinin bitmesinin bir anlaşma ile belirtilişinin ardındaki durum, hazar, sulh” olarak açıklıyor. Anlaşma yapmak barışmak için yeterliymiş gibi… Esasında barışmak anlaşmaktan daha başka bir durumu ifade ediyor. Barış, sadece çatışmasızlık hali olarak görüldüğü için ortadan kalkıp yerini tekrar savaşa bırakıyor ya zaten. Tarafların ikna olması, anlaşmış olması, hırslarını bir kenara bırakması, ortaya konan hükümlerin adil bir muameleyi hayata geçirebiliyor olması gerekiyor. Savaşa mahal verebilecek herhangi bir durumun da önlenebilmesi üzerine bir çözüm ortaya koyabilmesi gerekiyor barışın. Zaman kişileri, devletlerin politikalarını da beraberinde dönüştürdüğünde, sözünü tutmakla yükümlü olanlar yerini başkalarına bıraktığında bütün hükümler geçerliliğini yitirmiş oluyor. Böylece barış, politik bir tutum olmaktan öteye gidemiyor. Hal böyle olunca türlü savaşların fitili basit bir sebepten ateşleniveriyor. Oysa barış, siyasi bir argüman olmaktan öteye gidebilmeli. Toplumların bireylere kazandırmaya çalışacağı ahlaki bir ilke haline gelmeli, ancak bu şekilde önüne geçilebilir.

Barış hali insanla var olan bir hal, tıpkı savaş gibi. İnsanların ya da devletlerin birbirine karşı aldıkları tutuma bağlı olarak ortaya atılan bu kavramlar (savaş-barış), birbirine karşıt olsalar da sırt sırta vermiş iki kavram. Ufacık bir adım, başka bir rengi hâkim kılabiliyor.

Öyle mi, değil mi?” yalnızca iki seçeneği olan bir çıkmaz mı, peki? Bir başka yol pekâlâ denenebilir. Fakat dünya tarihi, taviz verilmiş bir barışın uzun sürmediğinin kanıtlarıyla dolu. Ulusal düzeyde sıklıkla yinelenen bu “Ortada buluşalım” anlayışına sahip barış yaklaşımına Vedat Türkali yerinde bir eleştiride bulunur: “Mesela efendim, sınıflararası barış diyorlar. Bu sınıflararası barış hikâyedir, egemen güçlerin yutturmacasıdır. Sınıflararası barış olsun demek orada geçici, ancak bir sükûnet oluşur demektir.

Mitolojiye baktığımızda da savaşın temsili olan Ares (Roma’daki Mars) ile barışın temsili olan Athena’nın (Roma mitolojisindeki Minerva) bitmek bilmeyen mücadelesinde görürüz bu gelgiti. Burada savaşın erkek, barışın kadınla temsil edilmiş olması da dikkati çeken bir başka husustur. Geleneksel kalıplara hapsolmuş erkeklerin hırs ve arzuları doğrultusunda hareket etmesi; elde etmek, kazanmak üzerine kurdukları bir dünyanın onları tatmin ediyor olması mitolojideki Ares anlatılarında açık biçimde okunur. Kadına biçilen fedakâr, yardımsever, birleştirici, anaç rolünü de Athena anlatılarında okuyabiliyoruz. Huzuru tesis etme, erkeğin yarattığı yıkımı toparlama görevindeki kadın rolünü, mitolojilerin ortaya çıktığı dönemden beri görüyoruz. Yüz yıllar içinde benimsenerek günümüzdeki eril kolaycılığa giden yolu var eden bu anlayış, politik gidişatı belirleyen liderlerdeki umursamazlığın bilinçaltını da oluşturmakta.

Geleneksel kadın ve erkek rolleri sarsıladursun, savaş ve barışın taraflarında da değişiklikler mevcut. Devletlerarası, bireylerarası aslında fark etmek istemediğimiz ve çağımızda daha da ağır sonuçlarıyla karşı karşıya kaldığımız insan-doğa savaşı var. Dikkatli okunduğunda bütün savaşların, başından beri doğaya karşı verildiği de görülebilir. Doğa da yukarıda bahsettiğim kadın anlayışındaki gibi anaç bir tutuma sahip olduğundan bütün zenginliğini yüz yıllardır insana sunmuştur. (Bu bizim görmek istediğimizdir belki de. Zorba olduğumuzu kabul etmek istemediğimiz bir tezden ibarettir, kim bilir?) Bugün içinde bulunduğumuz yıkımlar, doğanın sonsuz hoşgörüsünü hoyratça kullanmanın sonucudur. Belki de gerçek barış, doğanın kendi ritmiyle baş başa kaldığı anlardır.

Evrensel bir arzu olan barışın kişisel kimi arzular yüzünden kirletilmesi döngüsüdür savaş-barış döngüsü. Barış orada uzak bir yerde durur. Bize arada göz kırpar ama gelmez. Beckett’in ünlü oyunu ‘Godot’yu Beklerken’deki bekleyiş her ne ise, dünya ulusları için barışı beklemek de odur. Ötesi değil. Barış bizimle var. İstersek var. Bertolt Brecht’in de dediği gibi “(…) barış ağaç değil, ot değil ki yeşersin: Sen istersen olur barış, istersen (…)”…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar