FELSEFE TOPLUM 

AYRIK OTU

Nedir insan olmanın gereği? Düşünebilmek eylemine indirgenmiş bir tanımdan ötesi olmalı şüphesiz. “Bir olay ya da durumu zihnimizde canlandırabilmek”, fazlasıyla kısır bir tanım gibi durmuyor mu? Olaylar arası sebep-sonuç bağı kurabilmek, bir noktadan başka bir noktaya yol almak, çıkarımda bulunmak, hatalarla yüzleşebilmek, benzer hataları tekrarlamamak, duyguları kontrol edebilmek… Dahasını da sayabiliriz düşünmek becerisinin kazanımları üzerine. Ama öyle önemli bir nokta var ki bu kazanımları besleyen, o da düşünmek becerisinin felsefeyle olan sıkı bağı.

Bir toplumda sorgulamayı alışkanlık haline getiren bireylerin varlığı, devletlerin felsefe eğitimine verdikleri önemle paralel bir ilerleyiş sergiler. Gelişmiş ülkelerin eğitiminde felsefe, günlük politik telaşlara kurban edilen bir malzeme olmaktan uzaktır. Okul öncesi ile başlayan bu sistemli eğitim çocuklara sorgulama becerisini kazandırarak onları hayata hazırlar. Çocukların birey olabilmelerini önemseyen bu anlayış, öz eleştiri ve beraberinde öz denetim becerisini kazanmış yetişkinler var ederek toplumun her alanda ivme kazanmasını sağlar. Sorumluluk sahibi bireylerin varlığı devletin kamusal alandaki maliyetini azalttığı gibi toplumsal huzursuzlukların oranı da düşük seviyelerde kalır. Vicdan dediğimiz ve öncelikle hep karşımıza çıkabilecek insanlardan umduğumuz o içsel gücü önce kişinin kendisinde var etmeyi başaran bu anlayış herkesin ‘iyi’leşmeye kendisinden başladığı bir toplum ortaya çıkarır.

İnanmayı reddederek sorgulayan, akla yatkınlığını irdeleyen, tek başına da var olabileceğini kavradığı için yalnızlaştırılma, yalnız kalma korkusuyla hareket etmeyi reddeden bireylerin varlığıdır yöneten-yönetilen ilişkisinin sağlıklı yürümesini sağlayan. Aksi durumda korku ve güvensizliğin hâkim olduğu toplumlarda, vatandaşların ‘birey’ olamadığı gözlemlenir. Sorgulayamayan, mantığı devre dışı kalmış, duygularıyla yönetilen, kitle psikolojisi kuramında birer nesne olmaktan öteye gidemeyen insanlar, yani düşünebilmekten yoksun insanlar, yine kendileri gibi düşünme becerisinden yoksun olan fakat kurnazlıklarıyla konumlarını belirleyebilen insanlarca yönetilirler. Burada kurnazlığı; kendini öncelikli görmenin, biraz da korkunun kişiyi ittiği fırsatçılık durumu olarak düşünmek yerinde olur. Bir kurnazı var eden, bir yalandır. Yalanın tekrar edilerek gerçek halini almasına fırsat veren ise, düşünme becerisinden yoksun kitlelerdir. Kitle diyorum çünkü bu yoksunluk insanları birey yapmaz, sayısal bir değer yapar. Böyle toplumlarda insanlar istatistiki bir veri olmaktan öteye gidemez. Oysa birey, iç dünyasını besleyen, düşünme eylemini başka etkiler altında kalmaksızın yürüten, varlığı üzerine kafa yorabilen, sorumluluklarının bilincinde olan ve davranışlarının sonuçlarıyla yüzleşebilendir.

Gündüz Vassaf, ‘Özgür Düşünce Alıştırmaları’ yazısına, “Özellikle egemen düzenlerin o büyük yalanlarından kendimizi nasıl koruyabiliriz?” sorusunu yönelterek başlar ve devamında yalanların tarihsel bir gerçeklik haline nasıl geldiğini tarihi bir tanığın söylemi üzerinden paylaşır:

Hitler’in beyin yıkama uzmanı Goebbels, propagandadaki başarısını defalarca tekrarlanan bir yalana inanacağımız gerçeğine borçlu. İster devletimizin en güçlü olduğuna inanalım, ister çamaşır tozumuzun, ikisi de aynı esasa dayanıyor: defalarca tekrarlanan bir şeye inanma eğilimimiz. Hele bu yalanı söyleyen kişiye zaten inanma temayülümüz varsa daha da çabuk kanabiliyoruz.

Hal böyleyken bireyin şüphe duyması ve sorgulamasının tarihe, topluma karşı temel sorumluluğu olduğu da ortada.

Bu durum biraz da Jim Carrey’nin başrolünde oynadığı ‘Truman Show’da yaşananları anımsattı bana. Truman, bir gün hayatında bir şeylerin ters gittiğini fark eder ve şüphesine kulak verir. Doğduğundan beri bir kurgunun içinde yer aldığını, hayatını bir stüdyoda milyonlarca insanın gözleri önünde yaşadığını öğrenir. Film, birçok yalanı gerçeğimiz gibi sunan medyaya esaslı bir eleştiridir aslında. Truman’ı yaşadığı kurgudan kurtaran, sorgulayabilmesidir. Filmde yönetmenin gerçeği öğrenmemesi adına Truman’a yaşattığı bütün olumsuzluklara rağmen Truman kararlılığını sürdürür ve istenmeyeni yapar.

Bizde her şüpheye vesvese deyip de sorumluluk almamanın verdiği o hafiflik var tabi. ‘Hatasız kul olmaz’ tabirine sığınıp da her işten nasıl kolaylıkla sıyrılabildiğimiz, bir helallikle kendimizi temize çektiğimiz durumlar, aksi bir tutumuyla karşılaştığımız an tırıs uzaklaştığımız insanlar. Kolaycılığımızı yüzümüze vururcasına konuşup huzurumuzu kaçıranlar var. Vicdanımızın cılız sesine aman vermesin diye sırt çevirdiklerimiz, hani “ayrık otu” kabilinden! İşte, o “ayrık otları” bize taze bir soluk olmayı başarıyor ya zaten.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar