EDEBİYAT 

VEDASIZ VE DAHASI

Bir tek ben mi hatırlıyorum seni, sonbaharın içime çöreklendiği şu günlerde, Gönül Anne? Sessizce adımladığın sokağımızın kaldırımlarında serzenişlerini bir ben mi duyuyorum? Sol omzunda içine ekmeğini, akşam yatmadan önce yiyeceğin meyveleri, gün boyunca durakta, parkta, uğrak mekânların olan esnaf dükkânlarında oturup kahveni içerken akşama kadar bir çırpıda okuyup bitirdiğin gazeteni, kedi mamasını, güneş kremini sığdırdığın büyük bez çantan, dudaklarında sağ elini havaya sallayarak gördüğün çirkinliklere, haksızlıklara, yoksunluklara haykırdığın sözlerin. Bir ben mi konuşuyorum seninle ikindi vakitlerinde böyle uzun uzun, Gönül Anne? İnsanların kahpeliğinden dert yanıyorum sana, kafanı şişiriyorum, kusuruma bakma. Üzüldün mü böyle söyleyince? Yok, yok, sakın üzülme! Mahallemizin kedileri de unutmamıştır seni. Neydi şu bir gözü kör olan, kuyruğu alacalı, anne sıcaklığı hissetsin diye hastayken koynunda uyuttuğun kedinin adı? Hah, Çakıl, işte! Yürüyüşüne çokça gülerek arkasından Kokoş diye çağırdığın o bembeyaz tüylü kedi, ikisi beraber senin kapının önündeler sürekli. Benim de senin kapından ayrıldığım söylenemez.

Beni dinleyen insanlar giderek azalıyor. Hikâyeme kulak verenler. Söylediklerim kadar sustuklarımı da anlayabilenler. Biz birbirimize ne iyi geliyorduk, Gönül Anne… Her gün beni biraz daha dibine çeken bir bataklıkta gibiyim; ahlak yoksunu, etik ve estetik dediğimiz şeylerden nasibini alamamış insanlar bataklığı bu dediğim. İkiyüzlü olmak, başkalarının kıçını yalamak –ki bu, seni de en çok öfkelendiren şeylerden biriydi– hak etmediği yerde olmakla, başkasının arkasından iş çevirmekle övünmek; bunlar, çoğunun yaşantısında olağan şeyler. Bir de bu insanları alkışlayanlar var, bunlara omuz verenler. Of, Gönül Anne, samimiyetsiz ilişkiler yoruyor beni.

Ben ürkek, hassas bir adamım, biliyorsun. Kendi dünyama çekilmek istiyorum şu günlerde. Yoksa içimde berbat bir huzursuzluk başlıyor. Herkeslerden saklı ve örtük yaşamalı benim gibiler. Yaşama böyle devam etmeli. Yaşama ve ölüme aynı anda direnmenin tek yolu bu çünkü: o küçük dünyayı var edebilmek.

Hırstan ve kaostan beslenen, bir tahtakurusu gibi başkalarının içini kemirenlerden uzak dur, demiştin bana, beraber çay içtiğimiz son akşam. Ne? Ağlıyor muyum? Senin de gözünden bir şey kaçmıyor, Gönül Anne. Ağlarım tabii be! Böyle son deyince, bir tuhaf oldum. Hadi, bir çay daha koysana! Anlatacak çok şey var daha.

Tahsin de İstanbul’dan döndü. Konuşmadık bir süre. Geçenlerde, yoldan geçerken sahil çay bahçesinde beni görmüş. Masama geldi öylece. Beraber çay içtik. Bir yayınevi ile anlaşmış. Kitabı çıkacakmış kışa. Senin evinde bize, yazdığı ilk hikâyeyi okuduğu günü hatırlıyor musun?

Sen hikâyenin sonunu duyunca dudak büküp, öyle son mu olur ayol, demiştin. Hikâyede aynı kadına âşık olan ama birbirini tanımayan iki adamın yollarının kesişmesini yazmıştı Tahsin. O adamlar ikimizdik aslında, Gönül Anne. Sana nasıl tanıştığımızı anlatmamıştık tabii, uzun hikâye deyip geçiştirmiştim ben; ama Tahsin aramızda geçenlerin hikâyesini yazmıştı işte. Kadın mı kimdi? Filiz. Sardunyalı Butik’in sahibi olan Filiz, evet. Sana aromalı değişik kahveler ikram eden o esmer güzeli Filiz. Almanya’da okumuş, yabancı dil biliyor senin gibi, incelikli kadın, havası var, oturduğu koltuk, pencerelerinin perdesi, kahvesini içtiği fincanlar, dolabına dizdiği ayakkabılar kimseninkilere benzemiyor, farklı kadın bu Filiz. Hiç öyle göründüğü gibi bir kadın değil bir kere, Gönül Anne. Gözü yükseklerde olan biriymiş. Tahsin’in parasını az mı yedi… Hele ben, rezil rüsva oldum mahalleye. Oysa birazcık dingin bir sevdaya dönüşür aramızdaki, sanmıştım. Seni sevebilir miyim ki, demişti kaç defa. İşte o zaman anlamalıydım be, Gönül Anne. İnsan sevebilip sevemeyeceğini düşünüyorsa aslında hiç sevmiyor, demek değil mi? Sevmiyordu o, kendinden başka kimseyi sevmiyordu. Şimdilerde bana vitrinine koyduğu cansız mankenleri andırıyor. Keşke benimle ilgili anılarını saklayacak bir kadın olsa, Gönül Anne. David’e hep imrendim bu yüzden. Benim vesikalık bir fotoğrafımı, beraber bir akşam yemeği yediğimiz restoranın iletişim kartını, ona aldığım ilk çiçeğin kurumuş bir yaprağını, izlediğimiz filmlerin biletlerini bir kutuda saklayıp, beni özledikçe de kutudan çıkarıp incecik parmaklarını bu sakladıklarının üzerinde özenle gezdirecek bir kadın. Sana, bu evde bir ölüyle yaşıyorsun, ama bu kim, diye sorduğumuzda yerinden yavaşça doğrulup gelin göstereyim, demiştin. Tahsin’le arkana düşüp yürüdüğün uzun koridorun sonundaki odanın kapısına vardığımızda ne yalan söyleyeyim şöyle bir ürpermiştim. Kapısı hep kapalı duran bu odada ne saklıyordun? Kapıyı açtığında donakaldığımızı hatırlıyorum. Sade döşenmiş, iki koltuk, bir büfe ve masadan ibaret evinde bu oda tıklım tıklım eşya doluydu. Neredeyse tavana kadar istiflenmiş bembeyaz kutular vardı odanın bir köşesinde. Kitaplar, şapkalar, fotoğraflar, plaketler, bir yazı masası… Masanın arkasındaki duvarda bazı ülkelerin kırmızı kalemle işaretlendiği bir dünya haritası duruyordu. Rengi solmuş lacivert bir takım elbise, gömleği ve kravatıyla eskitme bir dolabın kapağına asılıydı. Ölü kocan bu odada yaşıyordu, anıların arasında. Ona ait hiçbir şeyi atmamıştın. Bu eşyaları buraya sığdırmıştın da, yüreğindekileri nereye koymuştun? Fırtınalı bir aşk, ailenin onaylamadığı bir evlilik, David’le Amerika’ya gidişin, rüya gibi geçen günler, diplomatik ilişkiler için gittiğiniz ülkeler, kaybettiğiniz kız bebek ve ardından David’in beyin kanamasından öldüğü haberi. Üç senelik hikâyeni bir çırpıda anlatıp artık sustuğunda ikimiz de sana hayran gözlerle bakakalmıştık. Kendimi tutamayıp sana sımsıkı sarılmıştım. Ne kadar güçlü bir kadındın sen. Annen, baban ya da kardeşin var mıydı yaşayan bilmiyorum. Aileni hiç anlatmadın bize ama İzmir’de doğduğunu söylemiştin bir laf arasında. Bulgar göçmeni bir ailenin en küçük kızıydın. Gençliğindeki sarı saçlarına hayrandım hep zaten. Güzel kadındın, Allah var. Mahalleli niye evlenmediğini, gelen teklifleri neden geri çevirdiğini düşünedursun, ben, aman neyse ne, büyüyünce Gönül ile ben evleneceğim, derdim o zamanlar. Yıllar sonra öğrendiğimiz David’in eşyaları arasında gördüğüm o düğün fotoğrafınızda nasıl da zariftin. Bazı fotoğraflar hiç silinmez insanın aklından. O fotoğrafta ise bana dokunan senin güzelliğin değil aslında. Unutamadığım bir-doksan boyunda, heybetli kollarını senin incecik beline dolamış bir adamın zenci teninde ışıldayan gözleri ve gülüşüne yerleştirdiği o çocuksu mutluluk. Bir kadının yanında böyle kocaman gülebiliyorsa bir adam, hayatta hiçbir şey onu üzemez. David’e acı veren tek şey, son nefesini verirken, seni bu hayatta yalnız bırakmak olmuştur, eminim. Tahsin de romanındaki kadın kahramanında senden izler olduğunu söyledi. Hikâyesi kimsesiz kalmasın diye yazdım, dedi, Gönül Anne’yi yazdım, dedi bana. Tahsin’e özel olarak başka şeyler anlattığını düşünüp kıskanmadım değil hani. Ama sonra düşündüm ki yaza yaza bitirilmeyecek kadınsın sen, Gönül Anne. Anılardan kendine yuva yapan kadın. Kedili kadın. Vedasız giden kadın. Hep daha fazlası bir kadın.

O yüzden şimdi ben de senin ölünle yaşıyorum. Yalvar yakar yakasına yapıştığım, mezarı burasıdır, diyen imamın sözüne güvenip bu toprağın altına üstüne konuşuyorum işte böyle. Senin kadınlığına, cesaretine, merhametine, hırçınlığına, korkusuzluğuna ben de methiyeler dizebilirim istersen, şarkılar söyleyebilirim. Kadehimi sana kaldırıyorum bu akşam, Gönül Anne! O kadar insanın varken, ailenden biri yok diye gömüldüğün bu kimsesizler mezarlığında yalnız bırakmam seni.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar