EDEBİYAT 

KEFARET

İçimde bir paslı makas gibi taşıdığım özlemle yaşattım kendimi. Yaşamak için yazmaya, yazmak için yaşamaya mecburdum. Hiç gitmediğim sahil meyhanelerini dolaştım önce. Muşambadan perdelerin önüne bir iskemle çektim, kucağımda bir saksı fesleğen, için için ağlaya ağlaya içtim durdum.

Karanlığın bir dili yoktu artık, şanssızlık mı desem, haksızlık mı, başıma gelenin dili yoktu. Sözcükler gelmiyordu artık bana.

Cahit! Ben gidiyorum.

İlk gidişiydi bu. Sağ elini usulca havaya kaldırarak yüzüme bir anlık bakıvermiş ve sırtını dönüp sakince seslenir gibi söylemişti. “Cahit! Ben gidiyorum.” Evimizin tuğlalarla dizilmiş alçak bahçe duvarının önünden geçip bir nokta gibi kaybolmuştu mahallenin köşesinde. Hiçbir şey diyememiştim, dememi de beklememişti zaten.

Arka sokağımızdaki yeni evine taşındı böylece. Düğün, aileler tanıştıktan hemen üç hafta sonra yapılmış, ev de düğünden bir hafta önce kiralanmış, apar topar temizlenip döşenmişti. Bir eve daha, önce ruhunu, sonra anılarını sığdırabilecek miydi?

Evin pencerelerinden fesleğen kokusu yayılıyordur içeri. Nahide çok sever, –kendini fesleğene benzettiği için belki, rüzgâr esmedikçe, dokunmadıkça kokusunu duyurmaz, Nahide’nin kendini kimseye duyuramadığı gibiÇiçekçi Perihan Abla’dan almıştır fesleğenleri, eve gelince alışveriş filesini tezgâhın üzerine bırakıp bahçeye çıkmıştır, ilk işi çam ağacının altındaki toprağı kazmak olmuştur, çam toprağı iyi, derdi çiçeklere, annesi; geçen gün bitirip de bundan güzel saksı olur diye atmadığı yağ tenekesine çam toprağından koyup ekmiştir fesleğenleri. Kocası fabrikadan döner az sonra. Nahide sofrayı kurar, kenarlarına dantel işlediği kırmızı pötikare örtüyü serer masaya, tabakları özenle yerleştirir, ortaya da taze naneli salata, işte oldu, ocağı söndürüp bekler kocasını. Sofrada ağızlarını bıçak açmaz. Konuşacak, paylaşacak pek bir şeyleri de yoktur ya, Nahide yine de ister ki, günün nasıl geçti diye sorsun; dışarı çıktı mı, pazarda değişik bir şeyler gördü mü, terzide beğendiği kumaşlar var mı, şeftali çıkmış mı, hafta sonu gölün kıyısında dolaşmak ister mi, sorsun ister. Hiç olmazsa bir kez fesleğenler ne güzel kokuyor, dese. Allah var, iyi adamdır Hasip, yıllardır tanırım. Nahide’nin hiçbir şeyini eksik bırakmıyordur, ama evin içindeki bir koltuktan, bir masadan farkı yok işte Nahide için, onlar kadar donuk, onlar kadar dilsiz. Hasip yemeğini yiyip televizyonda maç özetlerine bakar, çayını içer ve yatmaya gider, sabah erkenden yine fabrikaya. Evet, kesin öyledir, bilirim ben Hasip’i. Nahide de halinden şikâyet edeceği bir kimse bile bulamaz. Ben? Ben bulur muyum? Bıraktığımız yerden bulamayız çoğu şeyi, biliyorum, ama benim en büyük yanılgım, Nahide’yi sevmediğimi düşünmemdi. Belki merhametti, ona acıyordum, ama sevgi değildi. Hem insanın kendini bulmak, kendi hayatına yön vermek istemesi bencillik miydi? Değildi, ama bu kadar geç kalmamalıydım dönmek için.

Nahide fabrikadan ayrılalı üç ay olmuş, evlenirken Hasip, çalışmayacaksın artık, demiş. Zaten, ciğerleri de pek iyi değildi Nahide’nin. Üvey babası kolundan tutup dokuma fabrikasına işçi olarak vermişti Nahide’yi. Üniversite bitmeden Adana’da olduğum son yaz başlamıştı işe. Yazlık sinemaya gitmek için buluştuğumuz günlerde uzun uzun anlatırdı fabrikayı bana. Dayanılacak gibi değildi. Bense İstanbul’da ünlü bir matbaa sahibinden teklif almıştım, üç ayda bir çıkardıkları dergide yazmamı istiyordu.

İstanbul’da üç buçuk yıl geçirdim. Nahide bana can yoldaşıymış meğer. Onun yokluğunu her geçen gün daha çok hissettim. Yüzümü gölgelediğim şiir dizelerinin şairleri gibi bakamasam da hayata, annemin dediği gibi gönül gözü kabilinden, sevecek çokça şey bulmuştum Nahide’de. Bazen özledikçe seviyormuş insan. Şimdi başımı çevirdiğim o uzak iklimde, gözlerimin içindeki ışık huzmeleriyle çarpışıyor yüzü. Her sabah gözümü kamaştıran o ışık içinde, elimi uzatıversem omuzlarından tutup göğsüme yaslayacakmışım gibi karşımda beliriyor Nahide. Bana sitem ediyor. “Sen de gittin, Cahit. Ben hayatımdaki tüm sevdiğim erkekleri kaybettim.

Onun sancısına yüreğimi kalkan yapamamıştım ki ben. Günler geçmez dedim ama sabahlar oldu. Evime sadece yatmak için uğruyordum. Kimsenin kapısını çalmam, dedim, acımla gömülürüm fesleğenlerin kokusuna, dedim. Sonunda anneme koştum. Aile fotoğraflarıyla çerçevelenmiş duvarın önündeki tekli koltuğa iliştim, o da sandalyesinin arkalığına atıverdiği şalını tekrar omzuna atıp karşıma oturdu.

Komşulardan duyduğum kadarıyla…

Bekliyordum, o söylemeye çekindiği her halinden belli şeyi.

İki gece önce fenalaşmış. Artık nefes almakta iyice zorlanıyormuş zaten.

Kimseyi almamışlar yanına. Kocasını bile. Gece boyunca uyutmuşlar. Sabaha karşı, gözlerini açmış, açmış açmasına da, evine götürün, demişler.

Yere çöküp annemin dizlerine başımı koydum. Buna o kadar ihtiyacım vardı ki.

Mahalleye taşındıkları ilk gün, nakliyeye yüklenen eşyalar arasında çekmecelerinin kulpları düşmüş açık mavi bir komodinin üzerine oturmuş, kucağında bir kuş kafesi ve antika görünümlü bir radyoyu kollarıyla iyice sarıp sarmalarken gördüm ilkin Nahide’yi. Boş gözlerle etrafa bakıyordu. Başını kaldırıp önünde durdukları evi şöyle bir anlığına yukarıdan aşağı süzdü, işte sessizce ağladığını o an gördüm. Toprağını sevememiş bir çiçek gibi duruyordu iki kanadı da ardına kadar açılmış dış kapının önünde, içeri adım atmaya çekiniyordu veya korkuyordu. Bahçeye inen merdivenlerin başına çöküverdi birden. Hamallar yanından geçerek, eşyaları alelacele taşıyor, eve biri giriyor, yüklendiği eşyayı yerine bırakan diğeri çıkıyordu hemen kapıdan. Kızcağız adamları hiç umursamadan öylece oturdu uzun bir süre. Penceremden onu ve evde olup bitenleri izlemeye devam ediyordum utana sıkıla. Neydi bu kızın ardında bıraktığı, adım atmasını engelleyen neydi, delice merak etmeye başlamıştım. Bizim mahallede bol şamata vardır eskiden beri. Oturup izlesen gün boyu tek bir işini göremezsin. Lisedeydim ben o zaman. Mahalledeki oğlanlar beni aralarına almazdı, nedense haz etmezlerdi benden. Ben de onların sohbetine, oyununa meraklı değildim. Babam tır şoförüydü, günlerce eve gelmediği olurdu, dönüşte de “gönül alan” kitaplar getirirdi bana. Günümün çoğunu okumakla geçiriyordum. Yazmaya da o zamanlar başlamıştım. O yıllarda Adana’da silik bir şekilde de olsa faaliyet gösteren Güney, Çağrı, Koza gibi yerel dergilere takma adla hikâyeler yazıp gönderiyordum. Demem o ki, mahallenin içinden çıkan hikâyeler yazmama rağmen, hiç böyle bir şey yapmamıştım, dikizlememiştim yani kimsenin evini. Ama Nahide o gün öylesine hüzünlüydü ki, hüznü gözle görülmeyen bir cisim gibi geldi, çarptı bir anda bedenime, bir delik açtı değip geçtiği yerde, içime girdi. O günden sonra aklımın bir köşesinde hep o vardı. Derken birkaç gün sonra mahallede yeni komşularımızla ilgili dedikodular yayılmaya başladı tabi. Mardin’den taşınmışlar Adana’ya, adam güya kaçakçılık yapıyormuş, uyuz herifin tekiymiş, kızı da üveymiş zaten, gibisinden daha bir sürü laf dolandı ortalıkta. Ben, gerçek hikâyeyi bir yaz akşamı Nahide’nin kendisinden dinledim. Bu, onu ikinci görüşüm oldu. Bu sefer aramızda perdeler olmadan. Liseyi bitirdiğim yazdı. Pazar yerinin arkasında eski fabrikanın kalıntılarının olduğu yerde izbe bir bekçi kulübesi vardı. Oralara kimsecikler uğramazdı, tabi Nahide’yi orda görene kadar böyle düşünüyordum. Benim kaçıp gizlendiğim yerimi keşfetmişti.

Kalabalık bir ailenin kızıydı, gardiyan babası mahkûmlar arasında çıkan bir kavgada başına kürek vurulup öldürülene kadar. Bu beklenmedik ölüm, sadece babasını ayırmamıştı ondan. Annesi dört çocukla bir başına kalınca, bari kız kardeşi yokluk içinde büyümesin diye, varlıklı bir aileye evlatlık verilmişti. Annesini de çocuklu kadın başsız mı kalsın, diye söylenip duran dedesi, kardeşinin oğluna vermişti. Sırasını beklercesine sonra abisi gitmiş, nereye gitmiş bilmiyordu, gönlü razı olmamış bir türlü, daha babasının ölümünü kabullenemezken, o adamla aynı çatı altına girmeye. Kaderine öfkeli kadınlar masumluğunu yitirir, ama Nahide öyle değildi. O masumiyetine de sahip çıkmıştı.

Hiç unutmadım, unutmak istemedim onun yüzünü; güzel bir yüzdü diyemem, daha önce çok güzel yüzlü kadınlar gördüm, şiir yazdıklarım bile oldu, ama onunki başkaydı. Alnının sert çizgileri, kalın ama düzgün alınmış kaşlarının perdelediği ela gözleriyle birleşince, öfke ve hüznün birbirine karıştığı bir ifade taşıyordu. Unutmadım yüzünü.

Nahide, beni affet! Seni, üzerine rahmetli babanın radyosunu koyduğun mavi komodinin hemen yanındaki yatağa yatırmışlar. Sen kesik kesik nefes alırken yanında olmak istiyorum, son nefesine kadar. Affet! Gelemiyorum. Hüznün her tondan rengini görebiliyorum evinde. Yüzünün sert, biraz yaşlanmış çizgilerine dokunduğumda ellerimin neden acıdığını şimdi anlıyorum. Babasının ölümüyle bir gecede büyüyen bir çocuk var o çizgilerde. Gençliğine doyamayan bir kız. Hiç anne olamayacak bir kadın var. Silmek istiyorum yaşanmışlıklarını. Sanki bunu yapmaya gücüm yetecekmiş gibi. Sana daha fazlasını verebilecekmişim gibi bakıyordun bana, Nahide, oysa hüzün dolu bir şefkatten başka ne verebilirdim sana? Yine de girmek istiyorum o evin kapısından bir yandan, bir yandan da koşarcasına uzaklaşmak. Birinin hikâyesinin yerine geçmek bana yazgı değil. Sen olduğun yerde kal, diyorum. Çünkü senin hikâyen olmaya cesaretim yoktu, Nahide!

Şimdi, kefaretimi senden kalan fesleğenleri sevmekle ödeyeceğim.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar