DOSYA ŞİİR DOSYASI 

HİKÂYECİ VE ROMANCI KİMLİĞİYLE ŞİİRE KAPI ARALAYANLAR

Yıllar önce, müzik öğretmenimiz kulaklarımdan hâlâ silinmeyen bir ödev vermişti. Herkes bir şiir besteleyecekti. Dillerden düşmeyen o kadar şiir dururken benim seçtiğim şiir, ünlü bir şaire ait değil, Türk edebiyatının en önemli hikâyecilerinden birine aitti, Sait Faik’e.

Kıyıma tuz getiren rüzgârı,/ balıkların yüzdüğünü duyarım./ Duyarım yosunların konuştuğunu,/ midyelerin ağladığını./ Aşkın bir kanadı var, kırmızıdır/ deniz kan akar, bir kanadı var,/ zehir yeşili.

Sınıftaki en güzel bestelerden biri seçilen şarkımı, İstanbul’a, Burgazada’ya Sait Faik’in evini görmeye gittiğimde sanki o, bir yerlerden bana “Yazmasam deli olacaktım.” diye seslenecekmiş hissiyle mırıldanmıştım. Gün batımına doğru adanın sokakları sessizleşirken rıhtımda vapuru bekliyorduk. Kahvelerin, meyhanelerin ışıkları yanıyordu. Sait Faik, “Bize bir masa ayır Yanakimu” diye başlıyordu şiire, “Aleksandra’mla benim için”. Ben “çiçeksiz/ örtüsü gazeteden/ şarabı aşktan/ hem hülyadan” bir masa hayal ediyordum.

Aleksandra’m mızıka çalsın/ siyaha çalar parmaklarıyla,/ güftesi bayağı şarkılar,/ adi havalar. // Meyhane acı zeytinyağı koksun/ sen hoşnut ol Yanakimu.

Sait Faik’in şiirlerini topladığı, ‘Şimdi Sevişme Vakti’ adını verdiği tek şiir kitabı belki hikâyeleri kadar bilinmez; ama şiirsellik hikâyelerinde hep vardır. ‘Karganı Bağışla’ adlı kitaptaki mektuplarından birinde kendisi bu durumu şöyle dile getirmiş: “Hikâyelerimde şiir kokusu var diyorsunuz. Bir iki tane de şiir yazdım. İçinde hikâye kokuları var dediler. Demek ki ben ne bir hikâyeciyim ne de bir şair. İkisi ortası acayip bir şey… Ne yapalım, beni de böyle kabul edin.” Mektubun devamında hikâye gibi şiiri değil, şiir gibi hikâyeyi tercih ettiğini de söylemiş. Ece Ayhan’a göre İkinci Yeni şiirini oluşturan temeller arasında Sait Faik’in vefatından önce yayınlanan son hikâye kitabı ‘Alemdağ’da Var Bir Yılan’ adlı eser de vardır. Bu hikâyelerde sürrealist unsurlar olduğunu biliyoruz. Sait Faik hikâyeyi seçmeyip şiir yazmaya devam etseydi Türk şiirinde bambaşka şeyler olurdu diye düşünmeden edemiyorum.

Peki, bir hikâyede geçen şiir dörtlüklerini bestelemek kimin aklına gelmiş dersiniz? ‘Leylim Ley’ desem? Dudaklarınızdan dökülmeye başladı, değil mi? Bu şiir, Sabahattin Ali’nin şiir kitabında değil, “Ses” adlı hikâyesinde geçer. Yazar, şiiri bir halk şarkısı olarak kahramanı Sivaslı Ali’ye söyletir.

“Yol amelesinin çadırı tarafından gelen saz sesi, ustaca çalınan bir meyandan sonra, susar gibi oldu ve bir erkek sesi o zamana kadar duymadığımız, fakat bize yabancı da gelmeyen bir halk şarkısı söylemeye başladı: ‘Döndüm daldan kopan kuru yaprağa/ seher yeli, dağıt beni, kır beni;/ götür tozlarımı burdan uzağa/ yârin çıplak ayağına sür beni’… (…) Saz çalan delikanlı da başını kaldırdı ve gözlerini biraz yumarak tam karşısında beliren bu aydınlık yüzlü dinleyiciyi süzdü. Sonra saza vuran eli yavaşladı, gözleri kapandı, boğazı gerildi ve yüzü kırmızılaştı. Biz hayretle onu seyrederken, ince dudaklarının arasından beyaz dişler göründü ve delikanlı, bu sefer aya hitap eder gibi, şarkısına devam etti: ‘Ayın şavkı vurur sazım üstüne,/ söz söyleyen yoktur sözüm üstüne/ gel ey hilal kaşlım, dizim üstüne,/ ay bir yandan, sen bir yandan sar beni.’

Hikâyeyi okurken bu şiir parçalarından çok etkilenen Zülfü Livaneli, Stockholm sürgünündeyken bestesini yaparak ‘Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’ albümünde seslendirir şarkıyı.

Toplumcu gerçekçi hikâyenin kurucu ustalarından olan Sabahattin Ali’nin ilk şiir kitabı ‘Dağlar ve Rüzgâr’ halk şiiri esinlenmeleriyle yazılan şiirlerden oluşan bir eser. Bu şiirler arasında en bilineni halk arasında “Aldırma Gönül” adıyla bilinen “Hapishane Şarkısı V” şiiridir.

Başın öne eğilmesin,/ aldırma gönül, aldırma;/ ağladığın duyulmasın,/ aldırma gönül, aldırma. // Dışarda deli dalgalar/ gelip duvarları yalar;/ seni bu sesler oyalar,/ aldırma gönül, aldırma.

Sabahattin Ali’nin 1933’te Sinop Cezaevi’nde yazdığı bu şiiri 1976’da Kerem Güney bestelemiş. Geçtiğimiz haftalarda, 2 Mart günü ölüm haberiyle hüzünlendiğim Edip Akbayram’ın Adana’da bir konserinde bu şarkıyı dinlediğimde 17 yaşındaydım ben. 2015 yazının Temmuz’unda Sinop Kapalı Cezaevi’nin yüksek hapishane duvarlarını görüp ardında deli dalgaların sesini duyduğumdaysa kendimi tutamamış, sessizce gözyaşı dökmüştüm. Şair “aldırma” diyordu ama “aldırmayacak” gibi değildi.

Bende hiç tükenmez bir hayat vardı,/ kırlara yayılan ilkbahar gibi./ Kalbim hiç durmadan hızla çarpardı/ göğsümün içinde ateş var gibi. // Bazı nur içinde, bazı sisteyim,/ bazı beni seven bir göğüsteyim,/ kâh el üstündeydim, kâh hapisteydim,/ her yere sokulan bir rüzgâr gibi.

Sabahattin Ali sanki kısa hayat hikâyesini sığdırdığı bu dizelerde, her şeye rağmen yine de yaşamaya tutunmuştur. Sezen Aksu’dan dinlediğimiz bestelenmiş bu şiirin adı da “Çocuklar Gibi”dir.

Hapishanede şiir yazan bir başka yazar Orhan Kemal’dir. 1940 yılının kışında hapishane kaleminde sabıka defterlerinde çalışırken bir sabah kâtipten Nâzım Hikmet’in de Bursa Hapishanesi’ne nakledileceği haberini alır. Arkadaşlarından Necati, Nâzım Hikmet’le baş başa kaldıklarında Orhan Kemal için “Üstadım, gayet güzel şiirleri var!” der. Orada “Şiir falan değil, birtakım gevezelikler.” dese de aslında nasıl önemsediğini şöyle anlatır Orhan Kemal: “Doğruyu söylemek lazım gelirse şiirlerime hayrandım. Onlara bel bağlıyordum, onlardan beklediklerim vardı, içim dışım onlarla doluydu ve Nâzım gelmeden evvel bu hapishanenin en büyük şairi bendim.

Nâzım, şiirlerini görmek istediğinde ona heceyle yazdığı şiirlerinden okumaya başlar Orhan Kemal. Okudukça hiç beklemediği tepkilerle karşılaşır: “Yeter kardeşim, yeter! Bir başkası lütfen!”, “Berbat!”, “Rezalet!Orhan Kemal, o anı anlatırken “İçimde muazzam bir âlem yıkılmıştı.” diyecektir.

Aynı koğuşu paylaştıkları günlerin birinde, Nâzım’ın eline Orhan Kemal’in bir roman taslağı geçer ve okuduklarını çok beğenir. Orhan Kemal’e “Birader, siz düzyazı yazın.” diyerek küçük hikâye denemeleri yapmasını tavsiye eder. Bu olayın üzerine “Artık şiiri ikinci plana atmıştım.” diye yazar Orhan Kemal not defterine. Üç buçuk yıllık hapishane arkadaşlığının son gecesinde ise “Nâzım Hikmet’e” diye karaladığı şiir şöyledir:

Günler geçecek/ ekmek derdi çökecek omuzlarıma./ Fabrika./ Makinalar./ Tezgâhım./ Sana şekerkamışı, portakal yollayacağım./ Karım yün çorap örecek./ Her hafta mektup yazacağız. // (…) // Unutabilir miyim seni hiç?/ Dünyayı ve insanlarımızı sevmeyi senden öğrendim,/ hikâye, şiir yazmayı/ ve erkekçe kavga etmeyi senden!

Orhan Kemal, hikâye ve romanlarında karakter olarak köylülere, işçilere, ezilenlere, yoksul, mutsuz kimselere yer vermiştir; işçi hayatını, geçim sıkıntılarını, yoksulluğu anlatmıştır. Hikâyede yaptığı gibi kurguya dayalı şiirler yazmıştır. Gariboğlu, Arabacı Şakir, Dokumacı Haydar, Ormancı Alaaddin, Pınar Köylü Ahmet onun şiir kahramanlarıdır. Ekmek kavgası şiirlerine de yansımıştır.

Kazancım öylesine sayılı,/ altmış bir liram öylesine taksim edilmiş,/ ekmeğe, bulgura, patatese/ (…) benim karım da beklemez mi/ hiç olmazsa pazar akşamları/ kocasının sinemaya götürmesini?/ Ve beş buçuk yaşındaki kızım/ ne türlü helecanlar geçirirdi kim bilir/ bir kere, bir kerecik olsun babasının/ bir paket çikolata/ yahut bir oyuncak ayıyla eve geldiğini görse…

Orhan Kemal’in dikkatimi çeken “Karıma Mektup” şiiri ise hapishaneden eşi Nuriye Hanım’a yazdığı manzum bir mektup formunda. Adana’ya, memleketine olan özlemini de dile getiriyor. “Adana’yı özledim,/ o kadar özledim ki/ turunç ağaçlarının/ beyaz çiçeklerini/ hatırlar mısın bilmem/ kol kola/ asfalt yola/ gezmeye çıkardık geceleri/ Atatürk Parkı’nın yanında bir büyük konak vardı/ beyaz mermer havuzu/ gece gündüz/ durmadan akardı…” Bu şiirin içinde Hurmalı Mahallesi’ndeki harap konağın alt katındaki odadan ibaret olan küçücük evleri de yer alıyor. “Gülbenkyan’ın çırçır fabrikasına bakardı/ soldaki pencereye/ üzerinde bir tavus kuşu dolaşan/ ince bir tül asmıştın/ sokaktan geçenler görmesinler diye seni,/ küçük petrol lambasını yakmadan otururdun…Orhan Kemal sanki elinde bir kamera, bizi o eve, o ince tüllerin ardında gizlenen odaya götürüyor. Nuriye Hanım özlemle kocasını bekliyor orda. Orhan Kemal, her ne kadar şiiri ikinci plana atmış olsa da şiirde sinematografik ögeler bile kullanmayı denemiş; bunu da Nâzım’dan öğrenmiştir belki de.

Şiir bir çığlıktır; bastırılamayan bir çığlık.” diyerek şiir yazmaktan kopamadığını dillendiren bir diğer yazarımız hikâye ve romanlarından önce, 14 yaşlarında şiir yazmaya başlar; ama adının Âşık Kemal’e çıkmasının sebebi de vardır. Çukurova’da yöredeki halk şairlerini, destancılarını dinleyerek büyümüş, altı-yedi yaşlarında kendisi de şiirler söylemeye başlamıştır. Halk onu büyük bir beğeniyle dinler. Elbette Yaşar Kemal’den bahsediyorum. “1963’e kadar şiir yazmayı sürdürdüm. Daha da arada sırada yazıyorum, çok da yazmak istiyorum. Belki de bir gün şiirlerimi, yenilerini de katarak kitap olarak çıkarabilirim,” der Yaşar Kemal bir söyleşisinde. Yıllar sonra bunu gerçekleştirir de. Adını “Kapı” şiirinin ilk dizesinden alan ‘Bugünlerde Bahar İndi’ adlı şiir kitabını 2010 yılında çıkarır. Kitabın sunuş yazısını yazan Güven Turan, şaşkınlığını şöyle anlatır: “Toroslarda âşıklık yapan, ağıt ve destan toplayan bu genç, tutabilir miydi içinde biriken şiiri? Haydi, bütün bunlardan habersizdik, diyelim, okurken öykülerini, romanlarını, bir yerde durup kim ‘Düpedüz şiir bunlar’ dememiştir ki? Gene de Yaşar Kemal, bu kitabı oluşturan dosyayı önüme ilk koyduğunda, itiraf etmeliyim, böylesini beklemiyordum: Öyle, şiirde de kendini denemiş bir kurmaca yazarıyla değil, katıksız bir şairle karşı karşıyaydım.

Kitaptaki en uzun ve benim de en sevdiğim şiir, “Kırmızı Deynek”tir.

Ve ben kederden geberiyorum/ tam yalnızlıktan gebermenin de sırası/ senin ellerin güzel/ bir damla duman ovanın üstünde/ bir damla ak bulut, altına batmış,/ yeşile batmış/ bir damla sıcacık, bir damla ışıltı/ sımsıcacık tutuyorum/ sımsıcacık tutuyorum bir şeyi/ önüme bir adam çıkıyor/ amma da kocaman gözleri var/ amma da çok ağlamış/ amma da çok çiçek açmış/ amma da çok yüreği…

Tam da bu dizeyi yazmışken durup düşünüyorum da, “amma da çok yüreği” olanlar ancak böyle şiirler yazabilir, şiirin diliyle sevebilir insanları ve şiir yazmayı bıraksalar da şiir gibi yaşamaktan caymamışlardır onlar. O zaman yine “Kırmızı Deynek”ten birkaç dizeyle sözü bitireyim.

Bir dil bulacağız her şeye varan/ bir şeyleri anlatabilen/ böyle dilsiz, böyle düşmanca, böyle bölük pörçük/ dolaşmayacağız bu dünyada/ her şeyi her şeyi söyleyebileceğiz bu dünyada.

KAYNAKÇA:

– Haydar Ergülen, “Sait Faik Şiirlerini Nereye Yazardı?”, Notos Öykü, Nisan-Mayıs 2014.

– Orhan Kemal, ‘Yazmak Doludizgin / Günlükler ve Şiirler’, Everest Yayınları, 2007.

– Orhan Kemal, ‘Nâzım Hikmet’le 3,5 Yıl’, Everest Yayınları, 2015.

– Sabahattin Ali, ‘Kağnı / Ses / Esirler’, YKY, Ocak 2019.

– Sabahattin Ali, ‘Dağlar ve Rüzgâr’, Can Yayınları, 2024.

– Sait Faik Abasıyanık, ‘Şimdi Sevişme Vakti’, İş Bankası Kültür Yayınları, 2021.

– Kitaplık dergisi, Sayı: 94, “Sait Faik 100 Yaşında”, Mayıs 2006.

– Kitaplık dergisi, Sayı: 179, “A’dan Z’ye Yaşar Kemal”, Mayıs-Haziran 2015.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar