HER ŞEYİN MÜMKÜN OLDUĞU ZAMANLAR
-MANİSA-
Bugünlerde bazı sözcükler üzerine düşünüyorum, hakkında kâğıtlara notlar düştüğüm, bazısı mitolojik, bazısı arkaik çoktan eskimiş sözcükler. ‘Sancı’ sözcüğü mesela. Eski Türkçe Uygurcada “sançıg”. “Ucu sivri şey, kanca” anlamı dışında “karın ağrısı” anlamına da geliyormuş; saplamak, sokmak anlamlarına gelen sançmak fiilinden türediği düşünülüyor. ‘Lethe’, defterime not ettiğim diğer bir sözcük. Yunan mitolojisinde yer altı dünyasında akan nehirlerden biri. Parantez içinde “İlahi Komedya/Araf, Dante” yazmışım bu tanımlamadan sonra. “Bu nehrin suyundan içen ölülerin ruhları, dünyada yaşamış oldukları her şeyi, geçmişlerini unuturlar Dante’ye göre.”
Sözcükleri bir kenara bırakıp yeni bir kitaba başlamak istesem de onlar peşimi bırakmamaya kararlı. Adını önceden sıkça duyduğum İsmail Güzelsoy’un ilk kez bir kitabını elime alıyorum, ‘Kıpırdamıyoruz’, hatta “–mıyoruz” şeklinde ekleşen kısım aşağı düşüyormuş gibi görünen bir stille ayrı yazılmış kitap kapağında.
‘Kıpırdamak’, ‘kıpırdanmak’, ‘kıpırdatmak’, ‘kıpraşmak’, ‘kıpırtı’ ve dahası kitabı okudukça sıralanıyorlar bu sefer zihnimde. Yaşarken nasıl da gözden kaçırıyoruz sözcüklerin güzelliğini. Bir hayatın ilk işaretleriydi oysa… Daha üç ay önce gittikçe büyüyen karnımda ellerimin altında hissedebildiğim kıpırdanmalar. Ya babamızın ve ailenin diğer bireylerinin içindeki heyecanın izlerini taşıyan kıpır kıpır halleri?
Şimdi mevsim sonbahar. Adana’da ekimin ılık günleri hükmünü sürüyor. Yapraklar kıpırdıyor ağaçlarda hâlâ. Bulutlu havalarda hiç durmadan önümüzden akıp giden ve şekilden şekle giren bulut yığınlarını değişik hayvan ve figürlere benzetme oyunu oynuyoruz kızımla. “Aa, bak anne, koyun gibi!” “Şuradaki de bisiklete binmiş küçük bir kıza benziyor anneciğim, değil mi?” Gülüşüyoruz. Günseli kıpır kıpır, bir şeyler anlatmaya çalışıyor, sayıyor, gösteriyor, gözleri parlıyor. Kardeşi uyanıyor, onu sevmek için içeri koşuyor. Mutluluk yanı başımızda kıpırdıyor.
Kahvemi demliyorum akşamüstleri, üzerine biraz köpürtülmüş süt. Kahve demişken kahve ile ilgili bilmediğim birçok şeyi öğrendiğim ‘Göz Açıp Kapayıncaya Kadar’, Okan Bayülgen’in senaryosunu yazdığı ve filmde de kahveyle gizemli bir yolculuğa çıkan bir adamı canlandırdığı docudrama tarzı, yani yarı belgesel bir film. Bayülgen, filmin başlangıç sahnesinde şöyle diyordu: “Zaman biraz durgun görünüyor, durmuş gibi. Kahve ise pek hareketli canım, kıpır kıpır, heyecanlı. Tam tersi olması gerekmez miydi? Zamanı biraz kıpırdatmamız lazım.” Filmi geçen yıl ekim ayında, tam da korona vakalarının tekrar artışa geçtiği, ‘Acaba yine mi eve kapanırız?’ endişesinin aramızda dolaştığı günlerde izleyince “zamanı kıpırdatmak” ifadesi, yapmayı planladığım ama hastalık korkusuyla ertelediğim şeyleri yapma cesaretimi dürtülemişti ve ardından Kaz Dağları’na yol almıştık. Yola çıkmak lazımmış meğer. Sözcüklerin gücüne inanmak lazımmış.
Kitaba adını veren “Kıpırdamıyoruz” ifadesi de romanda fotoğrafçı olan Settar’ın çocukluğuna götürüyor bizi; okula yeni başlayacak olması nedeniyle kayıtta istenilen fotoğrafı çektirmek üzere alaminüt bir makinenin önüne geçen Settar anlatıyor o anı: “Nusret Dayı, fotoğrafımı kendi zihniyle çekmeye çalışırcasına bakışlarını benden ayırmadan ‘Kıpırdamıyoruz’ dedi. Serin bir rüzgâr vınlayarak esti geçti içimizden. Bir anda gözlerimin önünde zamanın karanlık yüreğinin yarıldığını gördüm. Durdum. Her şey, herkes durdu.” Romanda bu durma anlarında aslında durmayıp mekânlar ve insanlar arasında gezinen, onlara dokunabilen bir çocuk Settar. Romanda ‘kıpırdamak’ eylemi ve tam tersi ‘durmak’taki büyülü gerçekçilik de arka planda böylece işlemeye başlıyor. Eski bir fotoğraf makinesinin karşısında insana sonsuz derecede uzun gelen bir kıpırdamama hali, oysaki deklanşöre basmakla gerçekleşen saniyelik bir an. Büyüdükçe durmaları geçen Settar, babasının kendisine hediye ettiği makineyle fotoğrafçı olmayı tercih ediyor, bu kez de fotoğrafların içinde gezinmeye başlıyor. “Her şey bir fotoğraf kadar kıpırtısız kaldığı zaman, tarif edemeyeceğim kadar ferahlıyorum.” diyor; yıllar sonra, kızına geçmişini yazarak anlatırken: “Fotoğrafın içine girip geziyorum. Her şey ama her şey benimle konuşuyor o zaman. Güneşi, çiçekleri, arının kanadını, ağacın dalını işitiyorum. Kıpırtısız kalan dünyada, baktığım her nesnenin sesini duyuyorum.”
Zamanın geçişiyle ne kadar da ilişkili bu “kıpırdamak”. Zamanı durdurmak mı demeliydim? Olabilir, her şeyin mümkün olduğu zamanlar vardır. Yaşamanın da durakları var, soluklandığımız, tazelendiğimiz, yeniden yol almak için güç bulduğumuz; evet, hatta kendimiziz bazen o durak, kendi benliğimiz, geçmişimiz, gelecek düşlerimiz.
Sayfalar ilerledikçe altını çiziyorum aklımı çelen cümlelerin.
“Bazen durmam gerektiğini anlıyordum. Durduğum zamanlar öyle anlamlı geliyordu ki bana, diğer insanların durmayışı daha şaşırtıcı görünüyordu gözüme. Ara vermeden, soluklanmadan akıp giden, zehirden bir nehirdi zaman. Bu akış ne kadar yorucuydu. Hep akan ve hiç durmadan ona bakan için…”
Yaşamın karmaşası içinde her zaman şeffaf ve net olamıyor insan, kendine bile. Yaşadıklarının ve yaşattıklarının yorgunu bir ruhla geçiriyor günleri, ağır ağır. Kıpırdayamıyoruz. Durduğum ve içimdeki sesleri dinlediğim zamanlarda ben de anlıyorum ki acılarımdan, pişmanlıklarımdan, kırgınlıklarımdan kaçmaya çalışırken dönüp durup yine ötekine sarılmışım. Sınırlarım varmış, aşamadığım, görmezden gelmişim bunları. Bazen tam kendimi akışa bırakacakken, başka başka şeylere takılıp kalmış aklım, yapamamışım. Çok fazla umursamışım bazı insanları, yakınımda tutarak, saygısızlıklarını, ikiyüzlülüklerini görememişim. Durunca anlıyor insan, bazen hemen kıpırdaması gerektiğini, durduğu yerini değiştirmesi gerektiğini. Hayat ona baktığımız yerden şekilleniyor çoğu kez.
Settar, mahşere dört gün kala iyiliğin ve kötülüğün ne olduğunu sil baştan yaşayarak kendinin, kendi geçmişinin peşine düşüyor; ama kitapta olaylardan çok olayların düşündürüp sorgulattığı şeyler etkiledi beni.
Sözcükleri soracak olursanız, hâlâ düşünüyorum: Bir ‘Lethe’ nehri olsa yakınımda girip geçmişimi unutmak ister miyim? Hayır, bir unutuştan yana değilim; ama “Kıpırda(mı)yoruz” denilen bir an varsa yaşamda, kötü şeylerin içimize saplanan sancılarından tamamen kurtulmak mesela, neden olmasın? Her şeyin mümkün olduğu zamanlar vardır.