POLİTİKA 

İDLİB VE DÜŞÜNCELER

İdlib’den gelen 33 şehit haberi yüreğimizi yaktı.

Milletimizin başı sağ olsun!

Hamaseti, şaşkınlığı ve kırgınlığı bir kenara bırakıp niye böyle olduğunu anlamaya çalışalım:

İlk soru şu: İdlib’de kimle savaşıyoruz?

Görünürde “Rejim” dedikleri Suriye ile ama perde arkasında Rusya ile savaşıyoruz.

Çünkü İdlib çatışmaları başladığından beri “harekât alanında Rusya hâkimiyeti” var.

Yani bir askeri operasyon yapılacağı zaman, harekât alanı, operasyon ihtiyaçlarına göre düzenlenir.

Bu alanda mevcut “milli teknolojik yeteneğinizle”, tam ve emniyetli (şifreli) iletişim, keşif, gözetleme, hedef tespiti vs. altyapısı kurulur.

Bu temel altyapı ve ilk katmandır.

Sonra “harekât emniyeti” için bir tasarım yapılır.

Harekât emniyetinde; keşif, gözetleme, iletişim yeteneklerine ilave olarak ateş desteği yetenekleriniz de ağa dâhil edilir.

Ateş desteği sisteminin en önemli bileşeni “hava hâkimiyeti” oluşturulmasıdır.

Hava mücadelesi yoğunsa, hiç olmazsa belli zaman ve bölgelerde “hava üstünlüğü” tesis edilmeye çalışılır.

Ve düşmanın benzer ağ sistemi kurması ve işletmesi engellenir veya köreltilir.

Sonuçta, askeri operasyon başlamadan, harekât alanı kendi ihtiyaçlarımıza göre düzenlenir. Askeri yazında buna “alanın tecrit edilmesi” denir.

En son yapılan “Barış Pınarı” harekâtında, operasyon öncesinde harekât alanı doğru ve etkili olarak tasarlanabildiği için, uygulama kolay oldu ve harekât hızla gelişti. Ancak ABD ve Rusya’nın siyasi müdahaleleriyle, harekâtın gelişimi çok erken evrede durduruldu ve “terör koridoru engellenmesi” konusundaki siyasi amacın gerçekleşmesi yarım kaldı.

* * *

Bu gerçekler ışığında, İdlib harekât alanına bakalım:

Alanın operasyon gereklerine göre düzenlenmesi, ihtiyaçlarımızı karşılayacak düzeyde gerçekleşemedi.

Çünkü Rusya, Suriye’de “hava sahası yönetim ağını” kurmuş ve “hava hâkimiyeti” ilan etmiştir. Ya buna uyacaksınız ya diplomasiyle bir çözüm oluşturacaksınız ya da savaşıp bunu kıracaksınız.

Türkiye bu sabaha kadar bu sorunu aşamadı.

Rusya’nın hava sahasını bize kapatmasıyla, alana silahlı/silahsız insansız hava aracı ya da keşif uçakları sokmamıza izin verilmedi. Bu noksanlık, alandaki birlikleri, düşman hedef tespit ve ateş idaresi konusunda adeta kör etti.

Böylece bölgede yukarıda kısaca tanımladığımız “harekât altyapısı ve ağ sistemi” yeterince oluşturulamadı.

Rusya’nın “hava hâkimiyeti” tesis etmesi ve alanı bizim uçaklarımızın kullanımına kapatması, operasyon yapan kara birliklerini zamanında ve yakın hava desteği ihtiyacının karşılanmasını da önledi.

Bu nokta çok önemli:

Dikkat edilirse, Barış Pınarı’nda, hava kuvvetlerinin etkin kullanımı, harekâtın kolayca gelişmesine ve zayiatın çok düşük seviyede kalmasını sağlamıştı.

Sonuçta harekât alanı tasarlanamamış/hazırlanamamış bir halde ve hedef tespiti bakımından önemli ölçüde kör bir durumda olmamıza rağmen, alana taktik birlikleri yığdık. “Hava hâkimiyetini” bırakınız, “hava üstünlüğü” bile tesis etme olanağı olmayınca, aslında alandaki birlikler “hesapsız bir riskle” karşı karşıya kaldılar.

Hesapsız risk” dedik; çünkü karşı karşıya kaldığımız rejim kuvvetleri –bunu Rusya diye okuyabilirsiniz– bu yeteneklerin hepsine sahip olarak karşımızda konumlandı.

Şimdi oluşan bu riski biraz daha açalım:

Ana sorun “hava sahası yönetim ve denetim” noksanlığıdır ve bundan kaynaklanan üç temel sorun oluşmuştur:

– Hedef tespit olanağında kısıtlılık

– Kara birliklerine yeterli hava ateş desteği sağlayamamak

– Harekât emniyetini sağlayamamak

Peki, birliklerimizde hava savunma yeteneği yok mu?

Yani güçlü bir hava savunma yeteneği ile hasmın da hava sahasını etkin olarak kullanmasına mani olabilir miyiz?

Bu konuda yeteneğimiz sınırlı.

Elimizde sadece “alçak irtifa” hava savunma sistemi –omuzdan atılan ve ısıya güdümlü roketler– var.

Bunların menzili kısa. Görüş hattı ihtiyacı var. Daha ziyade gündüz kullanılır. Omuzdan atılır ve işin kötüsü uçağın arkasından atılır. Yani hava saldırısı sonrası veya düşman uçağı üzerinizden geçtikten sonra kullanılır ki roket uçağın egzozunu (ısıyı) takip etsin.

Suriye harekât alanında, karşımızda sadece rejim olsaydı, alçak irtifa hava savunması yeterli olurdu. Çünkü Suriye jetleri, teknolojik olarak, ancak alçak irtifayı kullanabilir.

Peki, karşınızda Rusya gibi, uçağını alçak irtifaya indirmeden, mevcut teknolojik yeteneği ile yüksek irtifadan hassas güdümlü mühimmat kullanabilen bir kuvvet varsa ne olur?

O zaman sizin omuzdan atılan alçak irtifa sistemleriniz, yüksek irtifadaki uçağa ulaşamaz ve etkisiz kalır.

İşte, İdlib’de harekâtın başından beri yaşanan sorun budur.

İşte, bu nedenle, İdlib’de “Rejim” ile değil, “Rusya” ile karşı karşıyayız diyoruz.

Buraya kadar anlattıklarımız taktik seviyeye ait detayların bir kısmıydı.

Şimdi biraz stratejik seviyeye bakalım:

Madem karşımızda Rusya var, “Rusya nasıl savaşır?” sorusunun cevabını iyi bilmemiz gerekir.

Yakın döneme bakınız:

Rusya diplomasi ve siyasi çabalara ilave olarak ihtiyaç hissettiği her an silahlı kuvvetlerini kullanmakta tereddüt etmez.

Putin’in en belirgin özelliklerinden biridir bu.

Gürcistan müdahalesi, Kırım’ın ilhakı, yakın zamandaki Rus askeri müdahaleleridir.

Tekrar Suriye’ye dönelim:

Daha 2012 yılında, Malatya’dan kalkan bir F4 keşif uçağımız Samandağ bölgesi civarında Rejim –siz bunu Rusya diye okuyunuz– S-300 füzesi ile vuruldu ve Akdeniz’e düştü.

Bu saldırı sonrası, bizi Suriye’ye sokan emperyalist Batılılar mesajı aldı ve geri çekildi. Yani bu tarih, bizim Suriye cephesinde yalnızlığımızın başladığı tarihtir. Bu yalnızlık, görünürde “Rejim” ama gerisinde Rusya’yla karşı karşıya kaldığımız konumdur.

Biz bu stratejik resmi okuyamadık ve 2015’te bir Rus uçağını vurduk.

Sonrasındaki diplomatik görüşmeler ve resmen özür dilenmesi ile kısmen denge sağlandı.

Takip eden süreçte, Rusya ile “Astana” ve “Soçi” antlaşmaları ile yeni bir siyasi konum oluşturuldu. Böylece Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekâtlarını yaptık.

Bu harekâtlar, bölgede bir terör koridoru oluşmasına engel olunması amacına yönelikti.

Ancak İdlib harekâtının siyasi amacının ne olduğu hâlâ belli değil.

Üstelik Soçi mutabakatı ile başlayan süreçte “İdlib Çatışmasızlık Bölgesi”, terör unsurlarından (Heyet Tahrir Şam ve alt terör grupları) temizlenemedi.

İdlib’in terörden temizlenmesi, bölgede Batılı emperyalistlerin başlattığı selefi cephenin (DAEŞ) son halkasıydı. Yani İdlib; Suriye, Rusya ve aslında bizim açımızdan da terörden temizlenmesi gereken son çıbanbaşıydı.

Türkiye üzerine aldığı bu sorumluluğu yerine getiremeyince, “Rejim” ve “Rusya” ile ilişkiler “kademe kademe” gerilmeye başladı.

Yani dün geceki noktaya bir anda gelmedik.

Son zamanlarda bölgede yaşananlara ait “emareler” herhalde yeterince okunamadı.

Ağustos 2019’dan beri gittikçe artan bir gerginlik süreci var alanda ve bölgedeki “gözlem noktalarımız”, geçen zamanda “daha sıklıkla” hedef alınmaya başlandı.

Öyle görünüyor ki bölgeye ait gerek “taktiksel resmin” ve gerekse “stratejik resmin” okunmasında veya ilgili yetkili makamlara anlatılmasında sıkıntı var ki bu “hesapsız riskler” alınmaya devam ediliyor.

Umarım bundan sonrası için “hamaset” değil “hesap” ve “aklıselim” öne çıksın.

Şurası kesin ki taktik ve stratejik düzeydeki “askeri alan ihtiyaçları dengelenmedikçe”, bölgede ısrarcı olmak, “zayiatın artmasına” neden olur.

* * *

Yazımı bitirmeden bir konuya değinmeden edemeyeceğim!

Biz Türkler, savaş alanında komutanlarıyla beraber savaşırız.

Bu bizim geleneğimizdir.

Savaşta Osmanlı padişahları, atın üzerinde ordunun başındayken devlet büyümüş, İstanbul’a gelip saraya kapandıkları zaman çöküş başlamıştır.

Şeyh Sait ayaklanmasında, Başbakan İsmet İnönü –hasta olmasına rağmen– çizmelerini giymiş, harekât alanına gitmiş ve bölgede emniyet ve asayiş sağlanana kadar kalıp sevk ve idare yapmıştır.

Komutanlar da öyledir.

Mustafa Kemal Paşa, Sakarya’da, kaburgaları kırık halde, cephede “ateş hattını” terk etmemiştir. Büyük Taarruz’da Koca Tepe’de; Başkomutanlık Muharebesi’nde Zafer Tepe/Çalköy’de ateş hattından sevk ve idare yapmıştır.

Komutanların ve devlet büyüklerinin ateş hattındaki varlığı maddi ve manevi bir kuvvettir.

Şimdilerde üzülerek izliyorum ki yetkililer, arada bir veya zorunlu halde, bölgedeki bir “karargâha” gidip bir brifing alıyor. Telsizle bir birlik komutanı görüşmesi yapılıyor. Sonra hastanede yaralı ziyareti… Şehitlere taziye mesajı… Ardından dönüş…

* * *

Sonuç olarak:

Devlet aklı ve geleneklerimizin tarihsel kökleri vardır.

Bu tarihsel birikim kan ile yazılmış ve bize mal olmuştur.

Yeniden kan dökülmemesi için, geleneklerimize, özümüze, devlet aklına ve sağduyuya ihtiyaç var.

Umarım bunun dışına çıkılmaz ve devlet “refleks” göstermeye başlamaz…

Zira Suriye ile –siz bunu nasıl okuyacağınızı biliyorsunuz– daha geniş bir konvansiyonel harbin bize kazandıracağı bir şey yok.

Kan ve gözyaşı hariç…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar