PAMUKTAN DAHA BEYAZ HAVİN
-ADANA-
Simsiyah uzun gür saçları, upuzun kıvrık kirpikli çimen yeşili iri gözleri, dolgun kiraz dudakları, uzun boyu ve kıvrımlı düzgün vücuduyla Havin, öyle güzeldi ki! Mardin’in küçük bir köyünde doğmasa; kanatlarını takıp yılbaşı defilelerinde tek adımı trilyon olan hatunlardan teki de o olabilirdi. Ama o, köyde doğmuştu ve muhtemelen nenesi, dedesi ve diğerleri gibi ‘doğduğu yerde ölecek’ insanlardandı; küçük bir dünyada kapalı, kendi içinde evlenen, çoğalan, ektiğini yiyip sağdığını içen, zamanı gelince de ölen. Köyünün yer aldığı ülkenin gerçeklerinden bihaber, hırssız, belki küçük ama ‘daha mutlu’ bir dünya…
15 yaşına girdiği o yaz babası yanına geldi:
– Havin, hazırlan, birkaç güne Adana’ya pamuk hasadına köyün diğer kadınlarıyla gidip, birkaç ay kalıp döneceksin. Kardeşin yakında hiç yürüyemeyecek, para lazımdır. Yoksa kız başına seni göndermezdim ama…
Yutkundu, konuşamadı…
– Sen merak etme, baba, giderim ben!
Babası, kardeşi hastalandığından beri çökmüş, sanki birden yaşlanmıştı. Dağ gibi evladını tam da gururla askere göndereceği zaman, kardeşinin birden ayakları hissizleşmiş, günden güne felç oluyor, gözlerinin önünde o ‘bir’, anne-babası ‘bin’ eriyordu.
Adana… Kocaman bir şehir. Hayatında köyünden bir kez Diyarbakır’a gitmiş, hem çok beğenmiş hem de korkmuştu. Tek başına çok uzaklara gitmek onu ürkütse, geceleri uyutmasa da babasına hiçbir şey belli etmedi Havin; küçük valizini aldı, köyün diğer kadınlarının bindiği dolmuşa binip yola çıktı geriye hiç bakmadan; ağladığını kimseye göstermeden…
Adana’ya vardılar; ağanın çiftlik evinin yakınında inşa edilen küçük bir yerde kalacaklardı. Yaşıtı bazı kızlar ona sebepsiz yere hep kötü davranıyordu ama Havin tamamen kadınsal, içgüdüsel bir durum ve sebepsiz bir kıskançlık olduğunu düşünemeyecek kadar saftı. Değil akranları; tarlaya çıkınca ‘tabiat ana bile’ onun kendinden yeşil gözlerini, pamuktan beyaz tenini kıskanabilirdi.
Sabah çok erken tarlaya gidip işe başlıyorlardı. Eylül ayı olmasına rağmen öğlene doğru güneş tüm gücünü gösteriyor, resmen o beyaz tenini ısırarak yakıyordu. Yine böyle günlerden birinde, Havin pamukları topladı küfeye koydu, topladı küfeye koydu, topladı küfeye koyamadı; gözü karardı, dünyası karardı, oracıkta yere yığıldı. Ne kadar süre baygın kaldı, bilinmez; uyandığında odasına taşınmış, ayaklarının altına yastık, kafasına ıslak bir bez konmuştu. Zorla gözlerini araladı; uğuldayan bir sesin “Tamam, nabzı düzeliyor, tansiyonu düşmüştü, alışık olmayanı Adana sıcağı çarpar” gibi sözler dediğini duyarken bileğinde bir elin sıcaklığını hissetti ve ‘onunla’ göz göze geldi. Bir erkek, hem de dizideki Seymen Ağa kadar yakışıklı biri… Havin o an birden fırlayıp elini çekti.
– Sakin ol, bayılmıştın, şimdi iyisin, nabzına bakıyordum. Ben Ahmet Ağa’nın oğlu Mustafa; al, şu tuzlu ayranı iç, dinlen, bugün çalışma!
Mustafa odadan gitti ama o andan itibaren Havin’in aklından, yüreğinden bir an olsun gitmedi. Havin bir gün ablasına sormuştu “Enişteme âşık olduğunu nasıl anladın?” diye. Ablası “Enişteni gördüm, içimde bir şey kaydı, bir gün elimi tuttu, hani çocukken salıncağın en tepesinde elimizi bırakıp atlayınca içimiz geçerdi ya, öyle oldu, işte dedim, sevda bu olmalı!” demişti. Evet, aynen öyle bir duyguydu bu; Havin 15 yaşının tüm saflığı, tüm coşkusuyla Mustafa’ya âşık olmuştu…
Tarlada çalışırlarken genelde Mustafa’nın babası işi kontrol edip başlarında duruyor, onun arabayla akşam eve geldiğini Havin ancak uzaktan görüyordu.
Bir gün Ahmet Ağa ona, “Mustafa’nın bahsettiği bayılan çok güzel kız sen olmalısın, nassın iyi misin? Hakkaten oğlumun dediği kadar varsın; bu ellere yazık günah, sıcak sudan soğuk suya girmeyecek kadar minikler” dedi.
Havin yine çok heyecanlandı; “Demek babasına benden bahsetti, demek beni güzel buluyor” diye bir sürü düşünce kafasında dolanırken “İyiyim” diyebildi, hızla küfesini alıp uzaklaştı. Tabi ya, sevmese niye elini tutsun, niye babasına bahsetsindi ki, evet, o da sevdalıydı, kesin! Havin sabaha kadar hayal kurdu, çok mutluydu, çok!
Hafta sonu köye gidip bir hafta sonra döneceğini düşündüğünde içi içine sığmıyordu; ablasına anlatacaktı, soracaktı “Aşk bu mu?” diye. O da onu seviyor muydu, ablası kesin anlardı!
Köyünü, evini çok özlemişti Havin; koşarak sarıldı kardeşlerine, anasına, kokladı hepsini. Erkek kardeşi yataktan kalkamıyordu artık, çok zayıflamış gördü onu. Ama sanki ana-babasında bir sessizlik sezdi; tarhana kokan mutfakta, gidip anasına sarıldı. “Anacım, iyisiniz, değil mi, sanki bir şey saklıyonuz benden, kötü bir haber mi var?” dedi.
O sırada içeri giren babası:
– Yok, bugün çalıştığın yerin ağası haber yolladı, hayırlı bir iş için bu akşam gelceklermiş. Yüzümü kızartcak bir şey yaşamışsan söyle, gittiğinle aynısan deel mi?
Havin, “Tööbe, hâşâ, baba, o nasıl sözdür öyle” deyip utandı, içeri kaçtı.
“Allahımmm, o da beni seviyor işte; istemeye gelceklermiş, şimdi nişanı takarız; iki yıl sonra da devlet nikâhı yaşında evleniriz; ablamla eniştem gibi!” Kalbi kuş gibi çırpınıyor, kafesinde duramıyordu sanki. O sırada kapıdan giren ablasının sesini duydu, ablasının karnındaki bebek izin verdiğince ona sarılıp içeri odaya çekip bir solukta olanları anlattı ve o yemyeşil gözleri kocaman açılıp merakla ablasının cevabını beklerken o kadar saf, o kadar güzeldi ki!
“Havin’im” dedi ablası; “Evet, bu sevdadır; zati babasını hemen yolladığına göre ateş bacayı sarmış; nişanı hemen yapar, yaşın dolunca da evlenirsiniz” diyerek kardeşine sarılıp saçlarını okşadı. “Hadi, kalk, misafirimiz gelcek, hazırlanman gerek.”
“Abla kız, Seymen Ağa’ya benziyo aynı” dedi, kıkırdaşarak akşam için hazırlık yaptılar.
Kapı çalındı, önde ağa, arkada iki adam, içeri girdiler; Mustafa yoktu, “E, tabi Batı’da âdet başkadır, oğlan kız evine gelmez herhalde?” dedi Havin kendi kendine. O titreyen elleriyle kahveyi nasıl yaptı, nasıl verdi, bilmiyordu, odanın köşesinde elinde tepsi dikilirken, “Keşke gelebilseydi de ablam göreydi” diye düşündü. O sırada Mustafa’nın babası söze başladı:
– Bakın, ben Çukurova’nın en büyük pamuk ağasıyım, köklü bir aileyiz. Allah’ın emri, peygamberin kavliyle, kızınız Havin’i (Havin’in artık bacakları da titriyordu) ‘kendime’ istiyorum. 10 küçük, 5 büyükbaş hayvanı hemen gönderirim; ‘Evet’ derseniz şimdi Adana burmamızı takar gideriz. Haftaya çiftliğe gelince imam nikâhı, sonrası gelin olarak girer çiftliğe Allah’ın izniyle. Yaşı gelince beni ‘kadınım olarak mutlu ederse’ resmisini de yaparım!
Babası bir Havin’in gözüne baktı, bir döndü köşede divanda yatan oğluna, “Hayırlı uğurlu olsun, ağam” dedi.
Kardeşinin tedavi masrafı için babası Havin’i, kendi yaşında birine satmıştı; annesi de başını kaldırıp gözüne bile bakmamıştı. Havin inanamıyordu, ana babasına “Onu sen doğurdun da, onun babası sensin de ben sizin evlâdınız değil miyim? Bana olan sevginiz birkaç hayvan parasıydı, öyle mi?” diyemedi, sadece yutkundu.
Yüce Yaradan’ın böyle bir emri, peygamberimizin böyle bir kavli olur muydu hiç?
O andan itibaren Havin ne anasıyla ne babasıyla konuştu, giderken vedalaşmadı. Ablasına sarıldı, “O beni seviyor, abla, hem sevmese niye elimi tutsun ki?” diye mırıldanınca iki kız kardeşin gözyaşları birbirine karıştı.
Arabaya bindi, diğerleriyle yine sıkışık oturdu ama asıl sıkışık olan Havin’in kalbiydi. O da çok üzgündü mutlak, babası hiç bahsetmeden istemeye gelmiş olmalıydı; yoksa göndermezdi, insan sevdiğini başkasına verir mi hiç, babası bile olsa?
Tüm bunları düşünürken korkunç bir korna, fren sesi üstüne çığlıklar; feryatlar!
Gözünü açtığında yan yatmış servis aracı ve etrafa saçılan kızları gördü. Kimi kanlar içinde baygın, kimi inliyor, kimi yardım çığlıkları atıyordu. Hareket etmeye çalıştı, evet, vücudunu hissediyordu. Zorla kafasını diğer yana döndürdü, bir uçurumun eşiğiydi burası. Kazanın şokunu atlatır atlatmaz aklına Mustafa düştü ve evlendirileceği o adam… Onu severken her gün gözünün önünde yaşayamaz, ona da bu acıyı çektiremezdi. Şimdi ‘bir’ kez, ama o çiftliğe giderse ‘her gün’ ölürdü. Kalktı, yürüyerek uçurumun kenarına gitti “Hem beni sevmese niye elimi tutsun, niye bana güzel desin ki?” diyerek kendini boşluğa bıraktı Havin…
Ertesi gün haberlerde “Pamuk işçilerini taşıyan servis yoldan çıktı, kazada uçuruma yuvarlanan bir işçi hayatını kaybederken 2’si ağır 20 kadın işçi yaralandı” dendi.
Ne yaşarken adı, sanı, kıymeti oldu Havin’in, ne de ölürken! Uçuruma yuvarlanan ‘bir işçi’ydi o sadece.
* * *
Her yıl ‘uçuruma yuvarlanan’, babası, dedesi yaşındaki sapkın ruhlara satılan yüzlerce çocuk adına yazdım bu hikâyeyi. O saf, doğuştan şanssız, kötülüğe inanmayacak kadar temiz; sevgiyi anlamayacak kadar masum, yüzlerce Havin için…
Sevginin adı kirletilerek öldürülen, “Hem sevmese niye babasına benden bahsetsin ki?” diyecek kadar hayatın acımasızlığını görmemiş; binlerce pamuktan daha beyaz melek için…