POLİTİKA YAŞAM 

ON İKİ GÜN ÖNCE

Annnnneeee, anneciiimmm; noolur, kurtar beniiiii, annee, yardım et bana, annnneeeeee!

Yine aynı rüyayla fırladı uykusundan, yüreğinin atışı yatağını sallıyordu sanki; ağlayarak başucundaki suya uzandı ama elleri öyle titriyordu ki, su dolu bardağın düşüp kırılma sesine kocası fırladı:

– Hanım, iyi misin, ter içindesin yine?

İyilik, mutluluk, umut, huzur, vicdan’. İçindeki hayata dair tüm güzellikler yok olmuştu tam on iki gün önce…

Onu doğurduğu günü hatırladı. Saatlerce çektiği doğum sancısı sonrası onu kollarına aldığı an, o koku, cennetin kokusu bu olmalıydı; o sıcaklık, göğsünün üstünde hissettiği, onunla birlikte atan o kalp; on iki gündür hiç ısınmamıştı ki elleri, yüreği…

Benim pamuk annem” diye bir sarılırdı ki boynuna, sımsıkı, her gün kokusunu içine çekerek öper; okuluna öyle giderdi. Bir evlat olarak hiç üzmedi onu; evlatlar üzmez gerçi, endişelendirir yalnızca… Uslu çocuk, hayırlı evlat, başarılı bir öğrenci oldu; hiç sıkıntısına düşürmeden “Mimar olucam” dedi ve ilk yılında mimarlığı kazandı. Çiçeği burnunda üniversiteli kuzu, o sabah yine “Pamuk annemm” diye sarıldı, tam merdivenden inerken döndü, “Akşama hamurlu çorbamdan yapsana, anne yaa, canım istiyor dünden beri” dedi. O gün o çorba pişemedi, o anneyi yavrusu bir daha hiç koklayamadı…

Okul dönüşü durakta otobüs beklerken hızla viraja giren bir canavar oracıkta öldürmüştü kızını; durakta öylesine sessiz, öylesine habersiz, öylesine masum eve dönerken, öylesine acıkmış çorba içecekken, öylesine yorgun uyuyacakken, öylesi hayat dolu daha yaşayacak çok yılları varken, kuralsızın biri aldı cancağızının canını.

On iki gündür hayat durmuştu onun için, her dakika, her saniye ıstırap içinde yaşarken “Allah bana verdiği meleğini yanına aldı” diye yüreğini soğutmaya çalışıyordu ama son günlerde gördüğü hep aynı rüya, aynı çığlıklar gece gündüz kulaklarında çınlıyordu. Yavrusu da kendi gibi ansızın yaşamının elinden alınmasına isyan ediyordu kesin, ama yine de içindeki huzursuzluk gün geçtikçe artıyordu.

On üçüncü gününü de kızının eşyalarını koklayarak, fotoğraflarına bakarak geçirdi. Gece yattı ve işte yine aynı kâbus: “Anneee, kurtar beniiii!!” Fırladı kalktı, giyinmeye başladı; kocasına “Hadi kalk, yavrum beni çağırıyo, gidip mezarını sulayalım, bi’ şeyler yapalım, nolur!!” diye uyandırdı gözünden yaşlar süzülürken. Kocası o an ne kadar da yaşlı göründü gözüne; duygularını açıkça yaşayamamak yüzündeki çizgileri derinleştirmiş, şakaklarına sanki on günde kar yağmıştı. Sabahı beklemeye ikna edemeyeceğini anlayan adam, koluna girdi ve gecenin karanlığında mezarlığa doğru yola koyuldular.

Karanlıkta mezar taşlarının arasından ilerlediler; yorgunlukla, hırsla, hep daha fazlasını isteyerek yaşamak ne kadar anlamsızdı; kimi mermer, daha biraz özenli, gösterişli; kimi basit bir plakaya yazılmış isim… Yaşanılırkenki hırs, mezarını bir derece daha kaliteli mermerden yaptırıyordu, işte o kadar! Son aynı son, toprak aynı soğuk topraktı.

Kızına ulaştı, eğildi, “Geldim kızım, bak, yanındayım, buradayım, meleğim” diye toprağı okşarken bir tuhaflık sezdi. Toprak sanki eşelenmişti; birkaç gündür yağmur yağmış, toprak gibi değildi ki burası! Karanlıkta sadece ay ışığıyla seçemiyordu, eşinin “Gel bekçinin kaldığı yer şurada, ışığı yanık, bir soralım bakalım” sözüyle doğruldu. Eve doğru attığı her adımla sanki kulübe uzaklaşıyor, zaman sanki geriye doğru akıyordu.

Seslendiler, duyan olmadı. Kapıyı açtılar, köşede küçük televizyon açıktı ve bir bardak çay masanın üstünde yarım kalmıştı. O sırada karşıdaki kapının ardından gelen seslere doğru giden kocası kapıyı açtı.

O kapı hiç açılmasaydı! Kızı hiç ölmeseydi… Onu keşke bir daha görmeseydi, karşıda masada, kızı çıplak bedeniyle, beyaz, bembeyaz, çamurlu… Keşke öyle görmeseydi, şu an o iğrenç mezar bekçisi kızının üstünde olmasaydı, keşke… Yavrum üşüyecek böyle, örtmeli üstünü!

Keşke hiç doğurmasaydı, meleği doya doya yaşayamadı, bari ölseydi, bari ölüsü mezarında huzurla yatma hakkına sahip olsaydı… Keşke… Keşke dünya bu kadar acımasız olmasaydı…

* * *

25 Kasım, Kadına Şiddete Karşı Mücadele Günü.Kadın’ ve ‘şiddet’in aynı cümlede olması bile ne kadar anlamsız; yaşamı doğuran ile yaşamı sonlandıran iki şey nasıl olur da bir araya gelir?

Ülkemizde son iki yılda faili meçhul veya şüpheli ölümler dışında 680 kadın cinayeti raporlanmış, sadece ekim ayında ise 39 cinayet olmuş. Hiç ‘aşk’ ile ‘cinayet’ aynı cümlede olur mu, peki; bazıları bu vahşete ‘aşk cinayeti’ demiş. Sapıklığın, sapkınlığın inanılmaz ağır yükü altında binlerce kadın ezilip sokakta kendi mahallemizde yalnız yürümekten korkutan olaylarla binlercemiz boğulmaktayız. İstanbul Sözleşmesi’yle kadınlarını yaşat(a)mayan devlete, binlerce kadın “Beni koruyun, beni öldürecek” diye haykırırken göz göre göre öldürülüyor, binlerce çocuk yetim kalıyor.

Türk Ceza Kanunu’na göre, “bir ölünün kısmen veya tamamen ceset veya kemiklerini alan veya ceset veya kemikler hakkında tahkir edici fiillerde bulunan kişi, üç aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır”mış. Dirisini koruyamayan sistemden ölüsüne biçilen bu ceza, eminim hiçbirinizi şaşırtmamıştır.

Sevgili, saygılı, huzurlu ve güvenli bir ülkede mutlulukla ‘yaşamak’ dileğiyle…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar