DOSYA ŞİİR DOSYASI 

ŞİİRLE ANILARA YOLCULUK: ÜLKÜ TAMER’İN KALEMİNDEN GEÇEN HAYAT

Geceleyin karanlıkta/ suya attım ben sesimi/ türkü oldu birdenbire/ denizinden geçen gemi…

Ülkü Tamer… İlk kez üniversite sınavına hazırlanırken adını İkinci Yeni şairlerinden biri olarak duymuştum. O dönemde, adını daha önce hiç duymadığımı düşünmüştüm. Ancak İkinci Yeni’nin güzel şiirler yazan Antepli şairi olarak tanıdığım bu isim, aslında çok daha önce hayatımda yer etmişti. Ortaokul yıllarımda dilimden düşmeyen ‘Güneş Topla Benim İçin’ şarkısının ve her dinlediğimde bana umut aşılayan ‘Düşenlere’ şarkısının şairi, Ülkü Tamer’miş. Dahası, harçlıklarımı biriktirerek aldığım ve büyük bir keyifle okuduğum ‘Harry Potter ve Felsefe Taşı’ kitabının çevirmeni de oymuş.

Biraz araştırma yaparak Ülkü Tamer’e ve onun şiirlerine daha da yakın hissetmeye başladığımda, tüm şiirlerini ve anı kitaplarını okuyarak onu daha yakından tanıma fırsatım oldu. Ve işte o günlerden sonra, Ülkü Tamer benim için farklı bir yere sahip bir şair haline geldi.

Tamer’in şiir dünyasına ve anılarından beslenen düşünce evrenine daldıkça yaşadığı yörenin kültürel ve psikolojik izlerinin, hayata karşı tüm olumsuzluklara rağmen umutla bakabilme neşesinin, sanatla iç içe geçmiş çocukluk ve gençlik yıllarının naif duruşunda nasıl yansıdığını derinlemesine hissettim.

Ülkü Tamer’i daha yakından tanımak, onun edebi kimliğini inşa eden derin izlere tanıklık etmektir. Gaziantep’te doğan şair, Antepli olma bilincini ve köklerine duyduğu bağlılığı şiirlerinde derinlemesine hissettirmiştir. Şanslı bir çocukluk geçiren Tamer, ailesinin okuma sevgisiyle büyümüştür; babası ve annesi, her zaman eğitimini desteklemiş ve onu kitaplarla çevrili bir dünyada yetiştirmiştir. Antep sokaklarında geçen neşeli günler ve sinemayla iç içe bir çocukluk, ona sanatla tanışma fırsatı sunmuş, bu kültürel atmosfer şairin duyarlılığını şekillendirmiştir. Bu erken dönem, Tamer’in şiirlerinde köklerinden aldığı güç ve yerel kültüre olan bağlılığını derin bir duygusal yoğunlukla yansıttığı bir izlek olarak belirginleşmiştir.

Türk edebiyatı içerisinde gerek üslubu gerekse tematik zenginliğiyle dikkat çeken Ülkü Tamer, sürekli bir arayış içinde olmayı İkinci Yeni anlayışına borçludur. Zira İkinci Yeni şairleri, şiirlerini daima bir keşif, bir arayış olarak şekillendirmiş ve bu anlayış, Tamer’in edebi yolculuğunun da temel taşlarını oluşturmuştur. Tamer’in çocukluğunu geçirdiği Gaziantep ve bu şehre ait kültürel öğeler, bu şiirlerde belirgin bir şekilde yer bulur ve şairin şiirsel evreninde derin bir yer edinir. İlkokuldan sonra eğitim için İstanbul’a giden Tamer, Antep ile İstanbul arasında sık sık tren yolculukları yapmış, bu yolculuklar anılarında ve şiirlerinde derin izler bırakmıştır. Rayların ritmiyle yol alan trenin penceresinden dışarıyı seyrederken gördükleri, duyumsadıkları onun dizelerine yansımıştır:

Tren durunca inip dolaştın biraz/ birer ekmek yüzer gram tahin helvası alan askerlere baktın/ manevra yapan lokomotifi seyrettin/ Keçiler’i, Kömürler’i, Eloğlu’yu, Narlı’yı aradın aşağılarda./ İşte o sırada gördün mü atları?/ Kanatlarıyla rüzgâr toplayan kuşları/ sılalardan sıla çeken telgıraf direklerini gördün mü?

Bu dizelerde, onun yolculukları sırasında gördüğü manzaralar, duyduğu sesler ve hissettiği özlem apaçık hissedilir. Benim de çocukluk yıllarında uzun uzun seyrettiğim o istasyonlar, raylara paralel uzanan telgraf direkleri, uzak bir şehre giden trenin içinde dalıp giden gözler… İşte tam burada, Ülkü Tamer’le aramızda bir ortaklık daha buluyorum. O yıllarda, raylara bakarak geçen trenleri izlerdim; gidenin ardından bir süre daha titreşen rayları… Bir çocuk, demir çizgilerin sonsuzluğuna dalıp neyi düşünebilirdi? Belki uzakları, belki hiç varamayacağı bir şehri, belki de sadece gitmeyi… Bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var: Ülkü Tamer’in dizelerinde, o eski tren raylarının üzerime düşen hüznünü buluyorum. Rayların arasında kalan sessizlikte, sılaya duyulan özlemi, bir vagon penceresinden kayıp giden hayalleri görüyorum. İşte o yüzden, onun tren yolculuklarını anlatan şiirleri, ruhumun derinliklerinde unutulmuş bir tınıyı yeniden uyandırır.

Ülkü Tamer, İkinci Yeni şairi olarak imgelere dayalı, zaman zaman kapalı bir anlatımı benimsese de, şiirinin özü her zaman insana dair olmuştur. İkinci Yeni’nin poetikası, şiiri ideolojinin gölgesine düşürmeme çabasıyla şekillenir. Ülkü Tamer de bu çizgide, kalemini belli bir düşüncenin sözcüsü yapmak yerine, adaletsizlikleri, eşitsizlikleri ve ezilenlerin sesini duyurmak için kullanır. Şiirlerinde okura bir çözüm sunmaz, bir çıkış yolu göstermez; o sadece hisseder ve hissettiklerini tarihe, edebiyata incelikle not düşer. Yalın diliyle kurduğu dizeler, yüzeyde sade görünse de derinlerde geniş çağrışımlarla hem bizim hem de dünya şiirinin en ince katmanlarına dokunur. Halk şiirinin izlerini taşıyan bazı dizelerinde, bir ağıtın derin hüznü duyulur. Ölüm, Ülkü Tamer’in şiirlerinde yalnızca bir son değil, zamanın içinden süzülen bir yankı, bir hatıra gibi yer alır. Onun kaleminde ölümün soğuk yüzü, geleneksel ağıtların modern bir yansımasına dönüşür ve okurun yüreğinde ince bir sızı bırakır:

Kar üstüne düşer serçe çıt diye/ kanatları parça parça çıt diye/ dokandın mı bir ucuna kırılır/ can dediğin cansız sırça çıt diye. // Uyu Memik Oğlan uyu/ öte geçelerde büyü.

Bu dizelerde, ölüm sessiz ama derin bir çatlak gibi kendini gösterir. Tamer’in kelimeleri, bir serçenin kar üzerindeki sessiz düşüşü kadar hafif ama bir o kadar da ezici bir gerçeklik taşır. Ölüm, burada yalnızca bir yok oluş değil, dünyadan narin bir kopuşun, acının içe çekilmiş halinin ifadesidir. Ve son dizede, Memik Oğlan’a fısıldanan ninni, bir vedadan çok, sonsuzluğa açılan bir kapıdır. Şair, ölümle çocukluğu yan yana koyarak yok oluşun içinde bir varlık, bir devam ediş hayali kurar. Bu yüzden onun şiirleri, ölümün soğukluğunu anlatırken bile içinde derin bir insan sıcaklığı taşır. Bu dizeler, benim için artık sadece bir şiirin değil, bir hatıranın da sesi. Memik’in gidişiyle, Ülkü Tamer’in kelimeleri bambaşka bir anlam kazandı; ölümün soğuk yüzü, onun anısıyla biraz daha yumuşadı sanki. Şairin dizelerinde duyduğum o ninni, şimdi içimde Memik’e fısıldanan bir veda gibi yankılanıyor. Ve belki de bu yüzden, her okuyuşumda, onun varlığı bu satırların arasında hâlâ bir yerlerde usulca nefes alıyor.

Ülkü Tamer şiirlerinin dikkat çeken bir özelliği de doğayla kurduğu derin ve içsel bağdır. Doğa, onun şiirinde insanı anlamanın ve onu okumanın en sahici yollarından biri haline gelir. Doğa, onun dizelerinde yalnızca bir arka plan değil, insanın kendini bir başkasında, bir ötekinde duyumsadığı ama bu ötekiliği bir yabancılaşmaya dönüştürmeden, aksine orada kendi sesini bulduğu bir aynadır. Şairin doğayı şiire taşıması, aslında insanın kendini bir yaprakta, bir rüzgârda, bir kuşun kanadında yeniden keşfetmesidir. Doğa, burada hem saklı kalanı fısıldayan bir sırdaş hem de varlığı şiirin ritmiyle dile getiren bir anlatıcıdır.

Onun şiirlerinde hayvanlar, özellikle de kuşlar, yalnızca bir motif değil, derin anlamlarla yüklü birer simgedir. Türk edebiyatında pek az şairin dizelerinde Ülkü Tamer’inki kadar çok hayvan adına rastlanır. Bu yoğunluk, onun doğayla kurduğu sahici bağın bir yansımasıdır. Doğa, onun şiirlerinde yalnızca bir manzara değil, çocukluğun büyüsüyle iç içe geçen, anılara dokunan bir varoluş alanıdır. En çok da kuşlar… Güvercin ve serçe, şairin çocukluk imgeleriyle kanat kanada uçar. Daha ilk şiirlerinden itibaren çocukluk ile kuşlar arasında kurduğu bu bağ, yıllar geçse de zaman zaman kendini yeniden gösterir. Kuş, belki de onun şiirinde çocukluğun en özgür ve en saf haline bürünmüş halidir; gökyüzüne açılan bir pencere, geçmişten bugüne uzanan bir hatıradır:

Yükseldim/ bir tilki şaşkınlıkla beni süzdü/ nasılsa uçabilen bir tilkiydim ona göre/ bir tilki-serçeydim koruya göre.

Ülkü Tamer’in dizelerinde kuş, sadece bir kuş değil, çocukluğun hafifliğiyle kanatlanan bir hatıradır. O, tilkinin gözünde bile uçabilen bir serçeye dönüşerek doğanın içinde kendini yeniden var eder. Belki de bu yüzden, onun şiirinde uçmak, yalnızca göğe yükselmek değil, geçmişle şimdiyi aynı rüzgârda buluşturmaktır.

Gagamla ucundan tuttum gökkuşağını/ bazı renk kırpıntılarını tarlaların üstüne/ çayırların, çalıların, bacaların/ bebeklerin, papatyaların üstüne serptim.

Ülkü Tamer’in şiirinde gökyüzü, yalnızca bakıp geçilen bir boşluk değil, içinde renklerin, düşlerin ve hatıraların saklı olduğu bir aynadır. O, gagasıyla ucundan tuttuğu gökkuşağını tarlalara, çayırların üstüne, bebeklerin avuçlarına serperek umudu her yere dağıtır. Tıpkı tilkinin gözünde uçabilen bir serçeye dönüşmesi gibi, burada da gökkuşağı bir serçenin gagasında taşınan bir umuda, bir çocuğun hayaline, bir şairin dizelerinde sonsuzluğa uzanan bir renge dönüşür. Ve belki de bu yüzden, onun şiirlerinde uçmak, yalnızca göğe yükselmek değil, umudu gökyüzünden alıp yeryüzüne bırakmaktır. Gökkuşağının umudu ifade eden bir yanı olduğuna inandıkça Ülkü Tamer’in şiirlerine duyduğum yakınlık bir kat daha arttı. Tamer’in dizelerinde gökkuşağının renkleriyle bulduğum umut, bana her zaman kaybolan bir şeyin geri dönme ihtimalini hatırlatıyor. Tıpkı çocukluğumda bir gökkuşağını sevinçle izlerken içimdeki umudu bulduğum gibi, onun şiirlerinde de bu umut beni sarıp sarmalıyor. İşte bu yüzden, Tamer’in şiirlerinde her okuduğumda kendimi daha yakın hissediyorum. Çünkü her dizede, kaybolanların ardından yeni bir başlangıç, bir umut parlıyor.

Ülkü Tamer’in şiirleri, insanın iç dünyasına açılan bir pencere, çocukluğun neşesiyle hüzünlerini harmanlayan bir zaman yolculuğudur. Onun dizelerinde doğa, yalnızca bir görüntü değil, insana dair duyguların ve anıların saklı olduğu bir bellektir. Bir güvercinin kanadında, bir trenin penceresinden akıp giden manzarada, bir serçenin kar üzerindeki sessiz düşüşünde, hayatın tüm geçiciliğini ve kalıcılığını bir arada duyumsatır. Şiirlerinde duyulan umut, bazen bir çocuğun gözlerindeki ışıltıya, bazen uzak bir istasyonda bekleyen bir yolcunun sabrına benzer. Onun kalemi, İkinci Yeni’nin soyut dünyasından süzülerek insana, yaşama ve hatıralara ulaşır.

Tamer’in dizeleri, içinde yaşadığı dünyaya kayıtsız kalmayan bir duyarlılıkla örülüdür. Onun şiirinde sokaklar, istasyonlar, kuşlar, çocuklar ve hüzünler hep birbiriyle konuşur. Ölümü bile hüzünle değil, bir ninni inceliğiyle anlatır; kayıplara ağıt yakarken bile umudu elden bırakmaz. O yüzden onun şiirlerini okuyan her insan, kendinden bir şeyler bulur; belki çocukluğundan bir ses, belki çoktan unutulmuş bir koku, belki de hiç gitmediği bir şehirde özlemle bekleyen biri gibi hisseder. Şiirleri, rayların üzerinde titreşen bir sessizlik kadar tanıdıktır; gidenin ardından geriye kalan o belirsiz duygu kadar derindir.

Ve belki de en çok bu yüzden, Ülkü Tamer’in şiirleriyle karşılaşmak, insanın geçmişiyle, anılarıyla, çocukluğuyla karşılaşması gibidir. Onun dizelerinde, hepimizin yitirdiği ama içimizde bir yerlerde saklı duran bir zamanın izleri vardır. O izlere dokunmak, bir trenin ardından bakmak gibi, bir serçenin kanat çırpışını görmek gibi, bir gün batımının en güzel renginde kaybolmak gibidir. İşte bu yüzden, Ülkü Tamer’in şiirleri sadece kelimelerden ibaret değil; bir yaşamın, bir hissin, bir özlemin şiire dönüşmüş halidir.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar