‘ÜLKER ABLA’YI BARINMA HAKKI BAĞLAMINDA OKUMAK
-DİYARBAKIR-
“Çevrene iyi bak, söylense inanmayacağın şeyler göreceksin.” – Dante
“En çok gülerken üzülüyorum.
Burayı, Cennet ve Cehennem’den bir önceki durak gibi düşünün. Sırat Köprüsü’nden de önce. Genelde, ölümden de önce. Hayat değil. O kadar da mübalağalı düşünmeyin, canım, siz de… Hayattan yalnızca bir şekilde çıkılıyor, malumunuz: Ölü. Buradan iki şekilde çıkılır: Ölü ya da diri.
Burası: Hastane
Ben: Ülker. Diriyim. Şimdilik.
Şimdi, en büyük ıstıraptır.
Şimdinin arka kapısı yok mu?” (s.9)
Seray Şahiner’in ‘Ülker Abla’sı yukarıda alıntıladığım ilginç ve bir o kadar da ironiyi çağrıştıran cümlelerle başlıyor.
Bazen kitap veya benzeri bir okuma yaptığımda aniden okuduklarım hakkında bir şeyler karalamaya çalışabilirim duygusu gelişiyor ve o anda o konuyla ilgili düşüncelerimi yazmasam tasarladıklarımın uçup gitmelerinden korkar olurum. “Söz uçar, yazı kalır”ın inceden bir seslenişi olur böyle zamanlarda.
Çağdaş edebiyatta –modern edebiyat demeyi yeğlerim– kulağa daha hoş geldiğini düşünüyorum ‘modern’in. Hem Umberto Eco, Virginia Woolf, Marcel Proust vb. ‘modernleri’ de kızdırmamış olurum. Modern edebiyat tam da modern yaşamın çıkmazlarını, bunalımlarını, arayışlarını ve aslında hayattaki kovalamacayı satır aralarında bizlere sunuyor. Modern çağın çıkmazlarıyla son zamanlarda yazdığı metinlerle yazın dünyamızda bizleri karşı karşıya bırakan değerli bir yazarımızdan bahsetmek isterim: Seray Şahiner.
Sahadan ya da işin mutfağından diyebileceğimiz kalemi çok güçlü genç yazarlarımızdan olan Seray Şahiner, şimdiye kadar edebiyat dünyasına üç öykü, bir deneme ve üç roman armağan etmiş. 2007’de yazmaya başladığını kabul edersek günümüze kadar değerli ve birbirinden güzel yedi eserinden bahsedebiliriz. Ben 2017’de yayınladığı ‘Kul’ adlı romanıyla tanıdım Şahiner’i. En son romanı ‘Ülker Abla’ ile de metinleriyle olan muhabbetimin iyi seviyede seyrettiğini söyleyebilirim. Bu metinler öylesine örülmüş ki tebessüm içerisinde okunabilecek metinler olduğunu rahatlıkla ifade edebilirim. Hayatın içinden gelen, ayakta durma uğraşını dert edinmiş ve her gün karşılaştığımız olayları bizlere anlatan çarpıcı metinlerle baş başa kalıyoruz.
Seray Şahiner’in son romanı ‘Ülker Abla’ –aynı zamanda kahramanın ismi de Ülker Abla’dır– kahramanının baba dayağından kaçmak için kocaya, kocasının dayağından korunmak ve yaşamını sürdürmek içinse bir devlet hastanesinin yoğun bakımında kalmaya karar vermesiyle başlar. Hastaneye sığınır; çünkü yaklaşık yirmi yıllık evlilik süresince koca dayağı dolayısıyla en çok uğradığı ve bildiği yerdir burası. Ülker, aslında Şahiner okurunun yabancısı olmadığı bir karakterdir. Yazar, ‘Antabus’ adlı eserinde Ülker’i ‘Leyla’ adlı karakterin yanında konumlandırmıştı; ama orada yardımcı veya tamamlayıcı bir rol biçilmişti kendisine. Yazar, roman boyunca ironiyle hayatı harmanlar, hayatı ironiyle yaşamaya çalışan karakteri görürüz aslında. Hayatta kalabilmek için kaçmak ama o kaçmanın içerisinde de hayatı olabildiğince yaşamaya çalışmak elden geldiğince. Ülker Abla, devlet hastanesine sığınır, örgü örüp bu örgüleri yeni doğan çocukların annelerine satarak ayakta kalmaya çalışır. Aynı zamanda hastanenin karşısındaki düğün salonuna gidip karnını doyururken damadın mı yoksa gelinin mi tarafı olduğunu da çok önemsemez. Kimliğini açık etmemeye, çalışarak hastanede gönüllü refakatçilik yapmaya başlar.
“Abla lafı… Bir nebze dokunulmazlık sağlıyor. Hani bazı yerleri sit alanı ilan ederler de müteahhit talan edemez. Abla lafı… Koruma çiti gibi bir şey.” (s.17) Burada ismine ‘abla’ unvanını ekleyerek bir anlamıyla kendisine bu unvanı koruma zırhı yapar hemşire ve hastane yönetimine karşı. Roman boyunca merak ögesi ön planda tutularak ve bilinçli bir şekilde Ülker Abla’ya “Diriyim”i dedirtir yazar. Bu dirilik fikrimce evsiz, yurtsuz ve hayata tutunmaya çalışan bir kadının ruh halini yansıtıyor bize. Çünkü hastanede kalıyor fakat hastane onun serbestçe davranım alanı değildir, bir anlamıyla üveylik durumu yaşanmaktadır. Yıkadığı çamaşırını kuruması için serbestçe her yere asamamaktadır örneğin. Bir kaçışın içinde aynı zamanda hayatta da kalma veya hayata tutunma çabası olarak okuyabiliriz / şahitlik ederiz bu duruma.
Ülker Abla hayata karşı duruşun sahnesi hem de canlı canlı yaşayanıdır. Yaşadığı onca zorluğa rağmen zekâsını kullanan, sağduyusunu kaybetmeyen bir karakterdir. Kocasının onca zulmüne rağmen oğlunun bir gün baba katili olmasından korkar.
Ülker Abla, yaşamak için hem kocasından hem de devletten, yani kimliğinin ve yerinin belli olmaması hasebiyle kaçıyor ve barınmak için uğraşlar veriyor. Hayata karşı oyun oynuyor ve bu oyunu ironiyle/mizahla gerçekleştiriyor. Aslında istese hastanede gönüllü refakatçilik yaptığı zamanlarda varsıl hastalardan evlilik teklifleri de alıyor; ama elinin tersiyle itiyor bunları. “Kız neye uğradığını şaşırdı. Diyor, ‘İyi misiniz?’ falan… Dedim, ‘İyiyim’. Sen inanma o Froyd’a. Kız dedi ki, ‘Aslında Lakan da var, belki o size daha uygundur’. Durdum şöyle bir baktım, karı sakin sakin anlatıyor. Hemşireler, hastabakıcılar, doluştu odaya…” (s.51) Bir dönem Ülker Abla ve bir hasta arasında geçen Freud ve Lacan tartışması onun hastaneden atılmasına neden olur; ama sonra hemşirelerin yardımıyla iş yoluna koyulur.
Ülker Abla günümüz sorunlarını öyle ironik bir dille anlatır ki bunları okuyunca insan hem derin derin düşüncelere dalar hem de bir tebessüm belirir bu düşünceli hal içerisinde. Konfeksiyonda çalışan, daha doğrusu ‘merdiven altı’ diye tabir ettiğimiz yabancı uyruklu insanların durumlarına şahit eder bizleri yazar. Çalışma şartlarının ağır oluşu, sosyal haklardan yoksunluk, maaşların çok az oluşu gibi durumların yanında en kötüsü de paydos saatinden sonra bu insanların çalışma atölyelerinde bırakılarak havasız bir şekilde elektronik kapıların kapatılıyor olması çok kötü bir durum olarak sahnelenir. Yazarın da belli zamanlarda dönemsel işçilik yaptığını bilme durumunu sayarsak gözlemlerinin harikalığından bahis açabiliriz. Yaşanılanların edebi bir metne dökümü. Ülker Abla’nın hayatında önemli üç şeyden bahsetmezsek eksiklik olacağını düşünüyorum: hastane, hastanenin karşısındaki düğün salonu ve Deva Eczanesi.
“Şimdi bu kadın, hatırşinaslığı unutup da yarın öbür gün benim eve gitse, kapıyı kocam açsa, ‘Ülker evden kaçtı!’ dese… Hanife de, ‘Allah Allah, ben onu acilde gördüm’ dese; kocam dese ki, ‘Hangi hastane?’ Ah…” (s.133). Hanife’nin hastanede Ülker Abla ile karşılaşması onun hayatında kısmi bir rahatlama getirecektir. Hanifelerin binalarında boş olan üst kata taşınacak ve bir dönem barınacaktır; ama bu sefer de komşuların devamlı onu rahatsız etmelerinden kaçacaktır. Bu apartmanda oturan insanların bitmek bilmez isteklerinden canı sıkılır ve bir gün “Ben bu mihnet duygusuyla yaşayamam ve bu insanların kahrını çekemem” deyip tekrar ait olduğu mekânlara dönecektir. Aslında burada kötü niyetli komşuların davranışları Ülker Abla’nın canını çok sıkar.
“Kimliğimi cebime koydum. Yürümeye başladım. Artık… Oğlumu bulup, ev tutup yanıma alabilirim. İşe girebilirim. Faturalara, ikametlere adım yazılabilir. Adıma baktım…
Ben: Ayşe Çetin. Diriyim. Bir süre daha…” (s.156)
Ezcümle, ‘Ülker Abla’ romanı bir edebi metin olmaktan öte günlük yaşamda karşılaştığımız özelde kadın sorunlarını müthiş bir gözlemle bizlere anlatıyor. Bu sorunlar devamlı duyduğumuz ve haberlerini izlediğimiz sorunlardır. Seray Şahiner bu eseriyle toplumsal bir konuya değinmiş, barınma kavramının önemini fark ettirmiş ve edebiyata da Ülker Abla gibi bir kahraman kazandırmıştır. Kadının toplumdaki yerini işaret edip onun üzerinde düşünmemiz gerektiğini düşünüyorum. Kadının medeniyetin başat aktörü olduğunu unutmamamız gerekliliği vurgulanmıştır.