ÖZCAN ERGÜDER ÖYKÜCÜLÜĞÜ VE ‘MASKELİ BALO’
-DİYARBAKIR-
Türk edebiyatının “tek kitap”la efsaneleşen yazarları arasında akla ilk gelenidir Özcan Ergüder. Sait Faik’in 1949’da “İngiltere’den bir arkadaşım var, ne güzel yazıyor” sözleriyle müjdelediği; Vedat Günyol, Erdal Öz, Oktay Akbal gibi isimlerin öykülerinden övgüyle söz ettiği bir kalem. (Kitabın arka kapağından…)
İlk öykülerini daha Robert Koleji’nde öğrenciyken yazan Özcan Ergüder, sıkı bir Sait Faik hayranıdır. Bu hayranlıkla S. Faik Abasıyanık, O. Veli Kanık ve B. Rahmi Eyüpoğlu jürisinde bir öykü yazma yarışmasında ‘Balıkçı Kâmil’ öyküsüyle birinci olarak çıkar. Edebiyat mecrasında yazdığı tek eserle adından söz ettirebilmiş ender kalemlerden olan Özcan Ergüder’i özellikle Türkçe edebiyatta 1950’lerde başlayan modernist öykücü olarak adlandırabiliriz. Tek eseri olan ‘Maskeli Balo’, 1956’da yayımlanmış, daha sonra Can Yayınları tarafından baskısı yapılmış olsa da bu eser Kırmızı Kedi Yayınları’nca 2019 yılında ‘Maskeli Balo ve Diğer Öyküler’ adıyla kuytulardan çıkarılmış ve kendi has okuruyla buluşabilmiştir. Burada kıymetli çalışmalarıyla yayımlanmamış öyküleri bir araya getiren, yazarın ailesiyle uzun zaman geçiren ve hatta terekesinden çıkan öykülere isim verip derli toplu yayımlayan Bengü Vahapoğlu’nu unutmamak gerekir diye düşünüyorum. Fikrimce Özcan Ergüder, yazma isteği çok olup üreten ama bu üretkenliğini yayımlamayı öteleyen yazarlardandır.
Hikâyeleri okunduğunda, açıkça dile getirmek gerekirse, yazarın ismini bilmesek bu öyküler Sait Faik tarafından yazılmıştır diyebileceğimiz türden öykülerdir. Rum balıkçılar, işsizler, Burgazada sakinleri ve yerlilerinin yerel konuşma özellikleriyle yazar bizlere müthiş öyküler sunmaktadır. Yer yer ironi barındıran, yalın bir dil kullanan ve yanı başımızdaki insanları anlatan bu öykülerin edebiyat hayatımızda olması gerektiği yerde bulunmasını temenni etmesem sanırım eksik kalacaktır yazı. Çünkü yazımın başında da değindiğim gibi Ergüder’in kuytularda kalmış bir yazar olduğunu düşünmekteyim. Yazar bir anlamda kahramanlarının çıkmazlarını, onların zorluklar karşısındaki tavırlarını, insanların çaresizliklerini, hatta deyim yerindeyse perişan olmuş hallerini bizlere kendisine has bir üslupla aktarmaktır. Hikâyeleri karşısında bazen bir tebessüm eder bazen de derin bir hüzne kapılırız. Yazar, öykülerini örerken psikanalizden bolca faydalandığını Erdal Öz ile yaptığı bir söyleşide şöyle dile getirmektedir: “İngiltere ve Amerika’da çeşitli psikanaliz kliniklerinin yayımladığı dergileri bol bol okudum. Orada ruh hastalarının ayrı ayrı ruh tahlilleri vardır. Hem bunun bir faydası daha var. İnsan, normallikle anormallik arasındaki çizginin sanıldığı kadar kesin olmadığını da görmüş oluyor.”
‘Korkunçlar’ öyküsünde zekâ olarak gerilik yaşayan kahraman ve bu kahramanın etrafında gelişen olaylara şahitlik ediyoruz. Kahramanımız aslında hikâyenin çok az yerinde konuşmaktadır. “Çocuklar peşime takıldı. Hep bir ağızdan bağırdılar, bağırdılar. Kırmızı donlusu taş attı. Taş kafama geldi. Öyle acıdı ki. Tepem kanadı. Elim kan doldu.” (s.27) Düztaban adlı kahramana çocuklar taş atacaklar, sonra bir dolap taşınacak, taşıma ücreti vb. konular geçecek. Aslında çocukların taş atmalarının bir nedeni de toplumda düztaban olanların uğursuz olduğuna duyulan inançtır. Sonra da eşraf takımının kurduğu zevküsefa sofrasına gelir, kaymakam bunun kim olduğunu sorar –aslında sormanın temelinde kim olduğunu öğrenip dalga geçme meselesi yattığını fark ederiz, eğlence sırasında Tabancalı Adam’ın silahı patlar, birlikte içtiklerinden biri vurulur. Bu ölme olayından sonra herkes tedirgin olup suçu başkasına atmaya çalışır. Daha sonra kahramanımız Düztaban’ın “Altında beyaz taşlar vardı, çekin şunu, çekin şunu, çekin şunu, Ömer kim, Ömer, alın şunu, Ömer, Ömer, Ömer, tutun şunu, tutun, tutun, buna n’oluyor diyor, bunla mı uğraşacağız diyor, taşlar beyaz, taşlar beyaz, çekin” (s.42) söylemleriyle bilinç akışına da tanıklık ediyoruz bu öyküde. Bilinç akışının öykülerinin çoğunda mevcut olduğunu söyleyebiliriz.
‘Kadın-Erkek-Çocuk’ adlı kısa öyküde ekonomik anlamda çaresiz baba, babanın şiddetine maruz kalan anne ve bu döngüde çocuğun babaya olan kızgınlığına şahitlik ediyoruz. Baba, çocuğun okul ihtiyaçlarını giderememenin çaresizliğini yaşıyor. Çocuk aslında bir anlamda denge unsuru görevi de üstlenir anne ile baba arasında. (Bu öyküyü okurken Cemal Süreya’nın ‘Fotoğraf’ şiiri canlanır.) ‘Ömer’ adlı öykü de çok ilginç bir öykü. Çocuğun anneyi babadan kıskanması ve ona duyduğu sevginin yaş ilerledikçe karşı cinse evrilmesini görüyoruz. Çocuğun, annenin ilgisine tanıklık ederiz ki burada ‘Oedipus Karmaşası’ndan bahsetmek mümkündür diye düşünüyorum. Sonra Ömer, Güler diye bir kız ile tanışır ve anneye duyulan duygular yetişkinlikle birlikte başka yöne evrilir. Burada rahatlıkla, Özcan Ergüder’in Sigmund Freud’u okuduğunu ve onun kavramlarından haberdar olduğunu dile getirebiliriz. Bir yazarın bilimsel bir kuram üzerine öykülerini ördüğünü ve bunu da başarılı bir şekilde gerçekleştirdiğini görüyoruz.
‘Balıkçı Kâmil’ öyküsünde çok belirgin bir şekilde Sait Faik etkisi görülmektedir. Kahramanların balıkçılar, Rumlar gibi sıradan insanlar olması… “Durdu. Gözlerini kıstı, uzaklara baktı. Kanlıca koyuna bakıyordu. Bir an, ‘Herif Savarona’yı isteyecek galiba,’ diye düşündüm ama Kâmil bana döndü, asfalttan geçen bir arabayı gösterdi: Şunun bana bir çarpmasını, bir bacağımı alıp götürmesini isterdim.” (s.185) Burada acı olan, arkadaşının bir araba çarpmasıyla yaralanmak istemesi ve bunun sonucunda çarpan kişiden belli bir miktar para almayı düşlemesi. Kaza olur, çarpma gerçekleşir ama kötü bir şekilde can verir. Burada Ayfer Tunç’un son eserinde de kahramanın bir araba çarpmasıyla ölmesindeki benzerlik dikkat çekicidir. Evet, kahramanların ikisi de sefalet içinde yaşamaktadırlar, ölüm şekilleri de aynıdır.
Edebiyatın güzelliği de budur sanırım, geçmişteki bir ustaya atıfta bulunmak, bu bir anlamda da saygı gösterisi veya edebiyatın bağsallığının göstergesidir diye de düşünebiliriz. Bunlardan başka, kitapta sosyal hayatı eleştiren, kötü zamanlarda dahi menfaat düşkünü olan, kayığına son derece bağlılık gösteren Yorgi’nin öyküsü gibi güzelim öyküler okuyacağımız bir kitap ‘Maskeli Balo’. Unutmadan söylemem gerekir ki en sonda yer alan ‘Daktilomla Bir Konuşma’ adlı yazı bir öykü değil de, yazarın daktilo şahsında kendisiyle bir hesaplaşmasıdır adeta.
Ezcümle, Türk edebiyatında tek eseri bulunan Özcan Ergüder’in, bu tek eseriyle müthiş öyküler yazdığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Önceleri belirgin Sait Faik etkisinde olsa da zamanla özgünlüğünü yakalamıştır. Özellikle İngiltere’de BBC’de çalışmasıyla birlikte Batı edebiyatını iyi okuyup tanımıştır. Hikâyelerinde devamlı bir kadın-erkek-çocuk ilişkisinden bahsetmiştir. Öykülerinde, rahatlıkla söyleyebiliriz ki, tiyatro metni gibi bir tat vardır. Edebiyat çevrelerinde tartışılagelen roman-şiir-öykü sorunsalından günümüz öykücülüğünün çok önemli bir yerde olduğunu ve bunun da devamlı, kümülatif bir şekilde ilerlediğini dile getirebiliriz. Özellikle okuyan, araştıran ve kâğıda bağlılığın azaldığı günümüzde genç kuşak öykücülerinin ortaya çıkardığı güzel ve kaliteli eserlerin varlığından bahsetmemek olmaz diye düşünüyorum. Bu durumun da öykücülük açısından son derece sevindirici olduğunu söylememiz gerekir.