ÖYKÜ 

YA AŞK, YA YALNIZLIK!

Hayal gücünün ateşi, bedeninin ısısını gittikçe artırıyordu. Gece ve gündüzün ayırdına varmadan, zamanı düşünmeden yazdın. Yağmurda ıslanan sardunyanın kokusu, suyla birleşmeyi bekleyen ezilmiş limon kabuğunun kokusuna karışmıştı. Kahvenin içine birazcık portakal suyu döktün. Birkaç yudumdan sonra zihnin berraklaştı. Hayallerinden daha güçlü bir şey var mı, henüz bilmiyordun. Bunu öğrenmek sabır ve nezaket gerektirir. Hangi mayalı içkinin yanında hangi yemeğin yeneceğini bilmek de öyledir.

Zamanın gidişi gibi, önünden rüzgâr gibi geçti; bakışlarında, neşe, sevinç ve coşkuyla. Geçerken dudaklarını okşarcasına sildi. Elinin ayasından parmak uçlarına kadar uzanan uzun bir silişti. Bir kadeh kırmızı şarap içmenin, belki de biraz önce seni öpmüş olmanın verdiği esriklikle, ıslak kumların üzerine uzandı. Yüzündeki gizemin çarpıcı ifadesine, bedeninden yayılan sıcaklığa ve uyuma bakılırsa, şarap ve öpüşmenin aynı anda olduğu su gibi berrak görünüyordu.

Toprakta ve güneşte olgunlaşmış üzüm salkımlarından yapılan şarabın tadı ve kokusu kumlara bulaşmıştı. Kumlar şarap kokuyordu.

Çıplak bir kadının yüzü gibiydi bedeni. Baskı altına alınmamış tenselliğin izlerini taşıyordu. Bedeninin görkemi karşısında her şeyi unuttuğunu söyleyebilirim. Bakışların gökyüzüne asılı kalmıştı. Gökyüzünün rengi sürekli değişiyordu. Yarısı yere inecek gibi duruyordu.

Kuşlar uçuyordu. Kuşlar da uçmazdı, havanın sürtünmesi olmasa, diye mırıldandın.

Gerçeği söylemek gerekirse; bal rengi gözlerin, gökyüzüne değil, onun beyninin kıvrımlarına asılı kalmıştı. Bütün ayrıntılar oradaydı ve çözülmeyi bekliyordu. Gökyüzünün ve beynin gizemini, belki de aynı pınar besliyordu. İkisi de sakınmasız, her şeyi göze alabilen, özgürlüğü ve aşkı arıyordu.

Bilinenin aksine; bir aşkın gücü, hâlâ gizil güce sahip yürekte değil, beyindeydi.

Sevdiğinin beyin kıvrımlarını tanımak, dilsiz bir ustalıktır. O kıvrımların içindeki aşkı okumak ise zorlu bir uğraştır.

Başından beri seni cesaretlendiren gençlik rüzgârının nefesiyle yazmaya devam ediyordun. Uzak, çok uzak, yakın, çok yakın sesler duyuyordun. Uzaklıklar ile yakınlıklar neredeydi? Mesafeler neyi anlatıyordu? Sesler… Uzak sesler… Sesler… Yakın sesler… Suda doğup suda büyüyenlerden, denizden gelen seslerdi. Aşkla yanıp aşkla kavrulan, aşkla tükenen, kadın ve erkeğin sesiydi.

Bu ses; tanrılardan çaldıkları hem ilahi hem şeytani aşkın sesiydi. İlahi ve şeytani sese sahip olan bir aşkta; âşıklar birbirinden ayrılamaz, kadın, erkeğe, erkekse kadına döner, suda, toprakta, havada ve ateşte yeniden doğarlar, biri diğerinin varlığına geçer. Dişil-eril, kadın-erkek iç içedir. Kalıplara yerleştirilmiş sosyal düzeni reddeden, ortak bir hayalin sonuncudurlar.

Birbirinin içinde eriyen dişil ve eril; çılgınlık, tutku ve aşkla yoğrulmuş bir geleceğe doğru gitmek için başına buyruk, asi ve isyankârdır.

Zamanın içinde, geniş nehirlerin deltalarında, uysal derelerin ağızlarında, kara çamurların içinde batıp çıkarak, sezgilerinin kılavuzluğunda yeni bir ütopya yaratımının peşindedirler. Dillerinde, toprakta olgunlaşan üzümün tadı vardır.

Çocukluk düşlerindeki gibi romantik, idealist ve savaşçıdırlar.

Her şeyi hatırlayarak yaşamak yerine, her şeyi yaşayarak hatırlamayı seçenlerdir.

Ya aşk, ya yalnızlık!” diyenlerdir.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar