YAŞAM 

HER ANNELİK BİR ROMANDIR

Annem babasını kaybettiğinde üç yaşındaymış. Büyük dayım dört yaşında ve küçük dayım yeni doğmuş bir bebekmiş. Anneannem, kız kardeşinin de baskısıyla, kız kardeşinin erkek kardeşiyle evlenmiş ve koşul olarak da ölen eşinden olan üç çocuğunu babaannelerine bırakmış.

Babası köyün ilk okuyanı, dedesi de köyün ağası imiş. Çok varlıkla büyümüş annem; her dediği olurmuş. Ama babasız ve anasız… Bir gün, o zaman beş yaşlarındaymış, hamama gitmişler. Hamamda annesini, etrafında yeni ailesinden kadınlarla görmüş ve koşarak “Anne,” diye sarılmaya gitmiş. Anneannem suratına bir tokat atıp, “Git yanımdan” demiş…

Annem, anneannemin kendilerini bırakmasını asla affetmedi ve bu tokadı hiç ama hiç unutmadı. O sebeple hayatı biz üç kardeş olduk! Her şeyi bizdik ve hâlâ da öyledir. Anneannemin ise cenazesine bile gitmedi.

Bir kırık kalptir annem.

Çocuklarıyla kendisini şifalamaya çalışan!

* * *

Viyana’da hamileyken üç arkadaştık; birimiz Macar, birimiz Avusturyalı ve birimiz de Türk idik. En son benim oğlum doğdu. Hamileliğimiz sırasında bir araya gelir, konuşurduk ve her ikisinin de kaygısı çoktu: Ya çocukları sağlıklı olmazsa?

Gün geldi, bebelerimiz kucağımızda görüşür olduk ve akşamlardan bir akşam Avusturyalı arkadaşımın evine yemeğe çağrıldık. Çocuklarımız bir yaşını aşmıştı. Oğlum ortalıkta zıp zıp gezinirken Avusturyalı arkadaşımın çocuğu çok değişikti ama gelişimi farklı diye düşünüp o gecede bıraktım konuyu.

Aradan zaman geçti. Bir Noel pazarında denk geldik. Dertliydi. Çocuğunda, çok çok ender görülen bir hastalık vardı: Çocuk öğrenemiyordu! Ne öğretirsen öğret, öğrenemiyor ve ertesi gün sıfırdan başlıyordu…

Çok üzüldüm.

Aradan zaman geçti. İkinci çocuğunu doğurdu. Ve aradan yine zaman geçti, o çok nadir hastalık ikinci çocuğunda da çıktı! Karı koca boşandılar ve kadın arkadaşımın bir zaman sonra intihar ettiğini tesadüfen öğrendim!

Cezalandırıldığına o kadar inanmıştı ki…

Kendi elleriyle aldı canını!

* * *

Küçücük kızlar var, sırf regl oldu diye kadın kabul edilip evlendirilen!

Tüm geleceği ve yaşamı elinden alınan…

Ardı ardına, sanki üreme makinesiymiş gibi çocuk doğurtulan!

En az üç çocuk” nidaları ancak o çocukları dokuz ay karnında taşımayan, o taşımanın yükünü, sorumluluğunu, riskini bilmeyenler tarafından atılır…

Her biri bir roman olur…

Milyonlarca roman!

* * *

Anneler var, boşanmak ister.

Öldürülür.

Anneler var, boşandığında çocuğu elinden alınır…

Zeliha Sunal onlardan biri.

Gencecikten evlenir, gencecikken boşanır.

Boşanmasını bir türlü hazmedemeyen eşinin eve dönmesi için baskı aracı olur oğlu.

Görüştürülmez oğluyla.

Yıllarca.

Büyüdüğünü göremez, dokunamaz, koklayamaz!

Geri dönmeyince düşman edilir ana kendi öz evladına!

Oğlu da görüşmek istemez…

Oysa oğlunun görüşmek istemediği, kendi yarısıdır!

Bir ebeveyni kötüleyen, çocuğuna iyilik yapmaz; tam tersine çocuğuna “Senin yarın kötü” der sürekli…

Suçlulukla büyür çocuk.

Boşanmayı kendi suçu sanması da cabası!

Hiç kötüleyenden iyilik çıkar mı?

Ama böyledir bazen; ananın da iyisini kötülerler!

* * *

Bundan kısa süre önce yolum Tomurcuk Kooperatifi ile kesişti.

Kooperatifi kuran her kadının, özel gereksinimli, zihinsel engelli evladı var!

Ahhh!

Nasıl roman hepsinin yaşamı…

Çünkü bir çocuk farklı doğduğunda toplum dışlamakta o anayı ve evladını ve baba daha zor kabullenmekte.

Doğasıdır erkeğin spermi dağıtmak ve dayanamaz ağırlığına engelli bir çocuğun!

Çoğu bırakır o evi, o çocuğu anayla!

Ya tamamen gider yaşamlarından ya aynı evdedir ama sadece bedeni oradadır ve yük kadının omuzlarındayken çocuk ilmek ilmek büyür!

Emekle, sabırla, zorlukla, kaygıyla, kavgayla, sevgiyle…

Çok enderdir babanın da engelli çocuğunu sahiplenmesi, ona bakması, annesi kadar özenli olması!

Şubat ayında bir tatile gitmiştik; ne eğlenceliydi, anlatamam!

Ben çocuklarla pijama partisi bile yapmışken ve her anne çocuğuyla eğlenirken pek mutluyduk…

O kısa tatilin dönüşüydü.

Çocuklardan biri bir kriz geçirdi.

İnanılmaz bir kriz.

Otobüsteydik.

Ben hayatımın şokunu yaşadım.

O kadar eğlence yaşamışken, onun ardından bu kriz gerçek dışı gibiydi.

Ama gerçekti.

O kadar gerçek ve o kadar “tomurcuk” bir annenin yaşamıydı ki!

İşte o annelerin kalbinden geçen bir sırdır şu cümle:

Ya ölürsem ben, ne yapar çocuğum?

* * *

Annelik doğuştan bildiğimiz bir şey değil; zamanla öğrendiğimiz bir şey ve şefkat ile ilgili…

Üstelik şefkat hem erkeğe hem de kadına verilmiştir; kimini iyi anne, kimini de iyi baba yapar ve herkesi iyi insan yapar!

Annelik, bir canlıya şefkat duyabildiğinde başlar: Bir kuşa, bir çiçeğe, bir köpeğe, bir arkadaşına, âşık olduğun insana, ana-babana, iş yaptırdığın ustaya…

Annelik, bir başkasına şefkat duymakla başlar ama insan kendisine şefkat duymadan, gerçekten ana olamaz; başkasına hizmetkârdır, köledir, anadır ama kendisine ana değildir!

Bütün değildir çünkü!

Kadın, önce kendisinin annesi olacak; kendisine bakacak, kendisini besleyecek, kendisini sevecek!

Sonra kendisinden taşan bu bütünlüğü, nefes alır-verir gibi paylaşacak!

Sadece nefes aldığı yerde de sadece nefes verdiği yerde de yaşayamaz analık!

İlla alma-verme dengesi olacak: Şefkatle alacak ve şefkatle verecek.

Ana olacak!

Yâr olacak…

* * *

İşte asıl roman, bu dönüşümün romanıdır!

Geriye kalan her roman, içinde sevgi barındıran ama biraz acının, biraz umudun, biraz kızgınlığın, biraz da korkunun hikâyesidir!

Ve ben bu Anneler Günü’nde, her anneye birer dönüşüm romanı yazma şansı diliyorum!

Şefkatle.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar