KALBİMDEKİ ISLIK – ÇANKIRI / ORTA / KAYIÖREN YAYLASI
-ANKARA-
“Yurdum, benim şahdamarım…” – Ahmed Arif
Gezgin, yola çıktığında bir fısıltı duyar: “Nereye gidiyorsun?”. Yüreğinden gelen bu fısıltıya yanıt verir içinde kaçış ruhu bulunan gezgin: “Bilmiyorum. Bilseydim başka yerde olurdum.” Kentin renksizliğinden, bunaltısından kaçıştır bu. Doğal dünya renklerle doludur. Dikkat çeken, hoş bir biçimde iç içe geçen, sıra dışı görüntüler yaratan renkler. Doğada bizden gizlenen dünyaya farklı gözlerle bakarız. Çarpıcılığı ve muhteşemliğiyle algılarımızı büyüleyen renkler, en özel mesajları iletir. Yola çıkarken yanıma güzel bir gün için bir fincan nezaket alıp gözlerimi kente bırakıyorum. Doğadaki renklerin öykülerini dinlemek üzere yoldayım artık.
Çankırı’nın Orta ilçesine bağlı Kayıören Yaylası, Oğuz boylarından Kayı Boyu’nun yerleştiği köylerden biri. Yaylacılık kültürünü günümüzde de sürdürmeye çalışıyorlar. Köyün etrafında bolca ahlat, kuşburnu, alıç, armut, kavak, söğüt, süpürgelik ağaçlar var. Yayla tarafında ise çam, meşe, gürgen, söğüt, kavak ve yemyeşil çayırlar var. Bir tarafı Dikmen Ormanı, bir tarafı Işık Dağı, bir tarafı da Bey Kayası ile çevrilmiş. Güldürcek Barajı, köyün hemen dibinde.
Bir çeşme başından yürüyüşe başlıyoruz. Ormanın içine doğru ilerlerken yosunlu taşların yanından yükseliyoruz. Oldukça dik bir çıkış. Soluklanarak çıkarken yere dökülmüş tohumları, gökte bağıran kuzgunu fark ediyorum. Kuzgunun siyah tüyleri gizemi ve öte âlemi ifade ederken bir yandan da rengârenk ruhunun tezadıdır. Sırlar öğretmeni olan kuzgunla bazen rüyalarımda buluşurum. Serüvenlerimde yolumu gösterir, cesaret verir. Türk mitolojisinde; Kara Han’ın oğlu büyük tanrı Ülgen, insan vücutları yaratır, bunların canı yoktur. Can vermek için Kara Han’a bir kuzgun gönderir. Kara Han, Ülgen’in yarattığı insan için istenilen canı verir. Kuzgun da canı gagaları arasına sıkıştırarak geri döner. Yol uzundur. Kuzgun acıkır. Uçarken yeryüzünde bir deve leşi görür. Kuzgun leşten uzaklaşır, yoluna devam eder. Biraz gittikten sonra gözüne yerde bir at leşi görür. Kuzgun bu kez de kendini tutar, leşin yanından geçer. Son kuvvetini vererek uçan kuzgun bu defa bir inek leşi görür. Bu leş, kuzgunu daha çok kendine çeker; kuzgun: “Ah ne güzel!” der. Bunu derken gagalarını açınca can bir çam ormanının üzerine düşerek ağaçlara dağılır. Bunun içindir ki “Çamlar kışın yapraklarını dökmez, canlı durur” derler.
İskandinav mitolojisinde tanrı Odin iki omuzunda iki kuzgun ile dolaşırmış. Birinin adı ‘Düşünce/Huginn’, ötekinin ‘Bellek/Muninn’ imiş. Kutadgu Bilig’de kuşlarla ilgili yapılan açıklamada kuzgun; uzak görüşün sembolü olarak görülmüş, kuzgunun uçuşu ise ölüme ve dünyevi zevklerin gelip geçiciliğine yorumlanmış. Tanrının fani dünyadaki elçisi olan kuzgun, Yunan mitolojisinde de şöyle anlatılır: Apollo, sevgilisi Coronis’i gözetlemek için beyaz bir kuzgun gönderir. Kuzgun, Coronis’in kendisine sadakatsiz olduğu haberini geri getirdiğinde Apollo, kuzgunu öfkeyle kavurur ve tüylerini siyaha çevirir. Bu yüzden bugün “Bütün kuzgunlar siyahtır” derler.
Mantarlar katmer katmer olmuş toprakta. Çoban otlağa çıkarmış sürüsünü. Yanı başından geçiyoruz sürünün. Ormana doğru ilerlerken hafif bir eğimde çıkıyoruz tepeyi. Sonra dönüp bakıyorum ardımda kalanlara. Yemyeşil bir düzlük, ötelerde küçük sevimli bir köy, aramızdan ince kıvrımlı bir yol geçiyor. Hiçbir tuvalde bu görüntüyü olanca güzelliğiyle göremezsiniz. Ormandaki çam ağaçlarının arasında bir süre daha ilerleyip çıkıyoruz ormandan. Kuzgun hâlâ tepemizde bizi takipte. Zor yollardan geçiyoruz, yamaçlardan, dere yataklarından. Zor yolların manzarası güzel olur diyerek bir tepede toprağa seriliyoruz. Daha önce bu kadar çeşitli çiçeği bir arada görmemiştim. Rengârenkler. Bu konuda bilgili bir arkadaş, çoğunun endemik bitkiler olduğunu söylüyor. Eve dönüşte çayını yapacağım otların arasından derlediğim bitkilerin. Çiçeklerin arasından el değmemiş toprağı bulup avuçluyorum. Sağlıklı bir toprağın yapısında bulunan Mycobacterium Vaccae adlı bir bakteri beynimizdeki nöronları etkileyip antidepresan bir etki yapıyormuş. Yapılan araştırmalara göre bu “mutlu” bakteriler mutluluk hormonu olan serotonin üretimini artırıp mutluluğumuzu destekliyormuş.
Diz boyu bitkilerin arasından geçip düğün çiçeklerinin ortasına düşüyoruz. Öylesine büyük bir alana yayılmışlar ki uçsuz bucaksız bir görüntü oluşturuyorlar. Kelebekler, arılar raks ediyor düğün çiçeklerinin üstünde. Tam bir şölen. Kelebeklerin kanat sesleri her şeyi unutturuyor insana. Kentlerde gizlice gölgelerde yaşıyoruz. Ama hareket etmeliyiz, yoksa ölürüz. Yüzümü usulca toprağa yaslıyorum. Bulut bulut parçalanmış gökyüzünü seyrediyorum, düş dünyamın derinliklerine dalarak. “Beşikler vermişim Nuh’a/ Salıncaklar, hamaklar/ Havva Ana’n dünkü çocuk sayılır/ Anadolu’yum ben/ Tanıyor musun?” (Ahmed Arif) Doğurgan Anadolu toprağı ile bütünleşiyorum, bir parçasıyım artık onun.
Mola bitip dönüş yoluna düştüğümüzde esrik bir rüzgâr dolaşıyor saçlarımın arasında. Kuzgun bir selam çakıyor alçalarak uçuşuyla. Gamlı Poe’nin dizeleriyle sesleniyorum ona: “Rüzgârlara dön yeniden, ölüm kıyısına uzan!/ Hatıra bırakma sakın, bir tüyün bile kalmasın!/ Dağıtma yalnızlığımı! Bırak beni, git kapımdan!/ Yüreğimden çek gaganı, çıkar artık, git kapımdan!/ Dedi Kuzgun: Hiçbir zaman.”
Başlangıçtaki çeşmeye yaklaştığımızda semaverdeki çayın kokusu geliyor. Yorgunluğun en keyifli anı çayın tadını aldığınız andır. Sırtımı bir taşa dayayıp gözlerimi kapıyorum. Evrenin boşluğuna bırakırken kendimi, avuçlarıma alıyorum ıslık çalan kalbimi.